top of page

ATİNA

Güncelleme tarihi: 3 Eki 2018


29.06.2017


6 Haftalık Mısır maceram öncesi, bu bana yetmez dercesine Atina’ya gitmeye karar verdim. 05.55 İzmir-Atina Aegean Airways (nedense uçak Olympic Airways) uçuşuyla Yunanistan’a vardım. Fransız Pasaportu sayesinde ne bir vize, ne de havalimanında uzun kuyruklar. Mısır için yanıma aldığım koca bavulu yanımda taşımamak için havalimanındaki Baggage Storage’a bıraktım, 17 € karşılığında 48 saat onlarda duracaktı. Şehre ulaşımın en kolay yolu metro. Yalnız Yunanistan’da metro gişelerinde kart basmadan geçebiliyorsunuz, yalnız eğer ki bir gün kontrol yaparlarsa yakalanmamak ceza yememek üzere. Bunu bilmeyen turistler de boşu boşuna biletler alıyor. 3 günlük, 2 kullanımlık vs. , ayrıca ucuz da değil. Ben tek gidiş için 5 € ödedim ki bu öğrenci olmayanlara 10 €. Bir de 1 Euro’nun 4 TL olduğunu düşünürsek… Bileti alır almaz serbestçe geçilebilen gişeleri görünce kendime her ne kadar sinir olsam da çok da takmadım. Turist cahilliği… Turuma başlayacağım Monastiraki Meydanı’na yaklaşık 40 dk süren bir metro yolculuğu sonrası vardım. O kadar çok gezilecek yer vardı ki öncesinde güzel bir kahvaltı yapmalıydım. Atina’da çok da özel bir kahvaltı yok aslında. Bizdekine çok benzer hamur işleri, simitleri var. Önce simitçiden küçük bir simit ile şekere bulanmış açma tarzı bir yiyecek aldım. Simit aşırı sert ve galeta gibi, diğeri ise aşırı tatlı.

SOKAK SİMİTÇİSİ

Ardından Creme Royale denen hoş kafeye gittim. Burada benim Yunan usulü Kürt Böreği olarak tanımladığım pudralı Bougatsa yedim. İçi kremalı böreğin üzerine tarçın ve pudra şekeri ilavesiyle muhteşem bir lezzet. Ama biraz fazla tatlı geldi. Belki ben normalde şeker tüketmediğim için de olabilir ama bir kişinin tüketebileceği şekerden fazla bence. Bol şekerli bomba kahvaltıdan sonra başlasın tarihi gezi!!!

CREME ROYALE

BOUGATSA

Öncelikle Monastiraki Meydanı’na metro istasyonundan çıktım ve sağımda eski bir cami olan Tzisdarakis Camisi’ni gördüm. Bu cami Osmanlı döneminden kalmaymış, yalnız şu an cami olarak kullanılmıyor. Zaten minaresi de bulunmamakta. Zamanında Yunan valisinin ismi verilen cami 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı’nda epey zarar görmüş. Caminin yanındaki yoldan Akropolis’in yolunu tuttum. Ama tepeye varmadan önce aşağı bölgede de gezilecek oldukça fazla yer var.

Öncelikle tren yolunun kenarından yürüyerek Ancient Agora yani Eski Agora’ya vardım. İnternetteki yazılar yüzünden kafam karıştı ve ne yapacağımı bilemedim bilet konusunda. Çünkü bir sitede 7 yeri kapsayan toplu biletin daha avantajlı olduğu söylenirken bir yerde öğrenci için aynı durumun geçerli olmadığını söylüyordu. Ben de birkaç yere tek tek para verdikten sonra toplu bilet alınca iyice saçma bir hal aldı. Ve saçmalığımı hiç hesaplamak istemedim, yani hangisi daha karlı bilemiyorum. Ancient Agora şehrin en iyi korunmuş bölümlerinden biri. Zamanında Atina’nın günlük hayatının attığı yermiş burası. Demokratik kararların alındığı, halkın ticari, sosyal aktivitelerini gerçekleştirdiği yani şehir merkezinin olduğu bölgeymiş burası. Alandaki en iyi korunmuş ki hatta bana göre Parthenon ‘dan da daha çekici Hephaistos Tapınağı. Yunan mitolojisinin çirkin,topal, demirci tanrısı olan Hephaistos’a adanmış bu tapınak. Çatısı ve iç odaları çok iyi derecede korunmuş tapınağın üzerindeki Heraclitus, Centourlar ile ilgili frizler de çok az bozulmaya uğramış. Resmen örnek bir tapınak. Bizdeki dünyanın 7 harikasından sayılan Artemis Tapınağı’nın tek sütundan oluştuğunu düşünürsek… Agora’daki Attalos Stoası’nı da gezip Parthenon yoluna devam…

HEPHAİSTOS TAPINAĞI

.Parthenon’a çıkmak tahmin edilebileceği gibi çok kolay değil. Şehrin en yüksek tepelerinden birinde bulunan Parthenon Akropolis denen alanın içinde bulunuyor. Akropolis zaten eski Yunan şehirlerinde, şehirlerin yanı başındaki yüksekliklere verilen admış. Yunanca “acropolis” yukarıda bulunan şehir anlamına geliyormuş. Akropolis’e giriş yaptıktan sonra ilk önce Dionysus tiyatrosunu gördüm. Şarap ve eğlence tanrısı için adanmış bu tiyatrodan sonra daha iyi halde olan Odeon of Herodes Atticus vardı. 1000 kişilik seyirci kapasitesi olan bir tiyatro günümüzde açık hava tiyatrosu olarak kullanılmaktaymış hatta o sırada hazırlıklar yapılıyordu.

HERODES ATTICUS TİYATROSU

Biraz daha yukarı çıktıktan sonra Propylaea kapısından da geçip Parthenon’a vardım. Parthenon Athena'nın tapınağı. Milattan önce 5. yy’da inşa edilmiş. Tapınağın kolonları hala ayakta olmasına rağmen uzun yıllardır bakım çalışmaları devam ediyor. Ve sütunlara yapılmış yamalar çok belli oluyor. Zaten tapınağın yarısından fazlası inşaat iskeleleri ile çevirili. Oraya çıkana kadar o kadar su kaybedip elimdeki suları bitirdim ki her tarafta su diye gezinirken ağza fışkırtmalı çeşmelerden buldum. Su burnuma fışkırınca az kalsın boğuluyordum.

PROPYLAEA KAPISI

PARTHENON

Akropolis’te Parthenon’un çok az aşağısında hemen yanında bulunan Erechteion da oldukça önemli yapılardan. Tanrıça Athena ve Tanrı Poseidon için yapılmış olan bu tapınak Karyatid Heykelleri ile meşhur. Fakat tapınağın gerçek heykelleri müzeye taşınmış ve buraya aslının aynısı kopyaları yapılmış. Akropolis’ten inip doğruca Akropolis Müzesi’ne gittim. Antik alanın yanındaki bu semt oldukça hoş binalardan oluşuyordu. Akropolis Müzesi öğrenciye 3€ idi. Müze binası hala kazımı devam eden kalıntıların üstüne inşa edilmiş. Camekan yapılmış ve müzeye girerken kalıntılar gözüküyordu. Hatta turistler kazılardaki deliklere para atma geleneği de yapmış, ama talihsiz Mısır günlerimin habercisi midir bilmiyorum hiçbir param deliğe girmedi. Müze hakkında çok detaya giremeyeceğim, çok önemli heykeller, tarihi kalıntılar ile Yunanistan’ı gerçekten hissettiriyordu.

AKROPOLİS MÜZESİ

Müzenin kafesinde çok meşhur dedikleri Frappe’den içeyim dedim ve pişman oldum. Resmen acı bir köpük içtim hatta içemedim. Şekersiz içmenin sonuçları galiba… Oradan hemen yan mahallede bir Gyros yemeye gittim. Gyros Yunan döneri ve Türkiye’dekinden kat kat güzel bence, domuz etindense hele… Pita ekmeği arasında bir Gyros alıp elimde yerken Zeus Tapınağı’na doğru yürümeye başladım.

GYROS

Gurmeliğe başladım mı kafam değişir. Aklımda Yunan çöp şişi Souvlaki kaldı. Sadece iki gün gezecek olmanın da kötülüğü bu. Onlarca lezzetin hangisini yiyeceksin? Tapınağa yaklaşınca hemen bir yerden pita arasında tek şişten oluşan souvlakimden aldım. Bu yiyecekler 2-4 Euro arası değişiyor, onlar için bizdeki ucuz tavuk döner gibi maalesef bize normal bir yemek parasına patlıyordu.

SOUVLAKİ

Zeus Tapınağı’na girmeden önce Hadrian Kapısı yol kenarında beni karşıladı. Roma İmparatoru Hadrian’ın şehre varışını kutlamak için yapılan kapı şu an şehrin en kalabalık caddelerinin birinin yanında bulunuyordu. Tapınağın içinden bakınca Parthenon’u da tam içine alıyor kapı ve çok hoş bir görüntü oluşturuyordu. MÖ 6 yy’da yapımına başlanan Zeus Tapınağı’nın yapımı Hadrian tarafından tamamlanmış. 104 sütundan oluştuğu söylenen tapınağın sadece 15 sütunu ayakta kalabilmiş. Hatta bir sütun yatık bir şekilde yerde duruyordu.

HADRİAN KAPISI

ZEUS TAPINAĞI

Tapınağın tam karşısındaki National Park’a girdim. Şehrin en büyük park alanlarından biri burası. Aslında National Garden’da çok da enteresan bir şey yoktu. Bildiğimiz park. Parkın içindeki küçük süs havuzundaki kaplumbağalar dışında Zappeion Megaron adındaki bina ilgi çekiciydi. T.Hansen tarafından 1874-1888 yılları arası inşa edilen bina 1896 Yaz Olimpiyatları’nda kullanılmış. Şu an konferans ve sergi salonu olarak kullanılan binaya girdiğimde bir konser hazırlanıyordu ülkenin resmi kanalı olan ERT tarafından.Oradan daha önceki gelişimde de görmüş olduğum Syntagma Meydanı’na geçiş yaptım. Burada parlamento binası bulunuyor. Binanın önündeki askerlerin nöbet değişimini izlemek için bekliyor genelde burada turistler. Maalesef bana denk gelmedi. Bekleyemezdim, çünkü daha gidilecek çok yer vardı.

SYNTAGMA MEYDANI

Parthenon’dan daha yüksek olduğu söylenen Likabettus Tepesi’ne gitmek üzere yola koyuldum. Yol üzerinde Lykeion Antik Kenti, Savaş Müzesi vardı. Lykeion Antik Kenti’nin olduğu yere gelip biletimi aldım, içerisi çok manasız bir yerdi. Bir yerde bir su sarnıcı vardı ona baktıktan sonra Gymnasium olan yere girmek istediğimde adam kapandığını söyledi. Sanırım aşırı sıcaktan erken kapatıyorlardı. Ama bana bir iyilik yapıp beş dakika gezmemi bekledi. Burayı sırf gezmiş olmak için gezmiştim. Aşırı sıcak ve bacak yorgunluğu üzerine Likabettus Tepesi iyi gider diye düşünüyordum ki tepeye çıkacak füniküler için yaklaşık yarım saat yokuş yolda yürüdüm. Bitmek bilmeyen merdivenli sokaklar. Fünikülere geldiğimde ıpıslaktım resmen. Vagon hareket etti, tepenin içinden yukarı çıkarken çok uyduruk bir lazer şov da yapmışlardı. Vagonun içine saçma şekilde ışık giriyordu. Tepe oldukça keyifliydi. Bir kilise vardı, tüm şehir kuş bakışı izlenebiliyordu. Tepeye istenirse yürüyerek agave ve kaktüslerin olduğu dönemeçli yokuşlardan da çıkılabiliyordu.

LİKABETTUS TEPESİ'NDEN

Oradan da inip yarın gezmeye zamanım olmaz diye hızla Panatoik Stadyum’a geçiş yaptım.

Panatoik Stadyum 1896 yılındaki ilk olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmış stadyum tamamen mermerden inşa edilmiş. Fransızca sesli rehber kiraladım. Burada bilet alana sesli rehber bedavaydı. Muhtemelen kimse girmeden de dışarıdan da görüldüğü için turistleri çekmek amacıyla böyle bir uygulamaya geçilmiş. 2,50€ giriş parası verip tüm stadyumu gezdim, sporcuların beklediği bölümü müze yapmışlar. Orada birçok olimpiyatın afişleri vardı ki Meksika 1968 afişine bayıldım.

PANATOİK STADYUM

Yalnızca bir gece kalacağım Atina’da bu sefer farklı bir şey denemek istedim ve adını çok kez duyduğum Couchsurfing adlı siteden gönüllü olarak beni ağırlayacak Yannis ile tanıştım. Yakında bir kitabının da çıkacağını söyleyen Yannis bir hukuk şirketinde çalışıyormuş. Saat 19.30’da Monastiraki Meydanı’nda buluşup evinin yolunu tuttuk. 1+1 olan dairesi oldukça şirindi. Biraz sohbet edip duş aldıktan sonra dışarı çıktık. Kız kardeşi Norveç’e yüksek lisansa gidecekti, bu sebeple onunla şehrin gençlerin takıldığı güzel kafelerin bulunduğu Plaka bölgesinde bir kafede buluştuk Nancy’s Sweethome adındaki bu kafede bana Love Cake adında bir tatlı önerdiler. Çok yoğun çikolatalı bir kek, yanında kocaman bir sakızlı dondurma ve şekerlenmiş çilekler. Tatlı mükemmeldi, ama 3 kişiyi tatlıya doyurabilecek bir tatlılıktaydı . Hesap masaya geldiğinde biraz sinir olmadım değil, çünkü tatlı 8 € tutmuştu, TL olarak düşününce 32 TL. Bir tatlıya o kadar para vermek biraz üzse de nca.gourmet’nin sloganını aklıma getirdim: “Gurmelik günlerinde ne kadar yediğini ve yediğine ne kadar harcadığını asla düşünme!” Bu kafede garson bana önce Künefe’yi önerdi, ben de “Ben Türk’üm, bana mı künefeyi öneriyorsun?” dedim, ardından mönüye baktığımda yiyeceklerin yarısının Türkler’e ait olduğunu gördüm. Ekmek kadayıfı, künefe, baklava, revani… Muhtemelen bizimkinden çok daha değişik versiyonlarıdır ama Yunanistan’a gelip de bunları tatmak istemedim doğrusu.

NANCY'S SWEETHOME - LOVE CAKE

Yannis’in kız kardeşi de oldukça tatlıydı, ki gözlemlediğim kadarıyla Yunanlar neşeli insanlar. Birçok kez metro kullandım ve hiçbir zaman bizim metrolardaki gibi hayattan bezmiş, suratsız insanlarla dolu değildi metrolar. Bazısında hafif bir gülümseme, gülümsemiyorsa da kendini hayatın akışına bırakmış, her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu düşünen bir bakış vardı sanki gözlerinde. Bomba gibi tatlının üzerine Yannis beni, sanki ben bütün gün tüm Atina’yı yürüyerek gezmememişçesine Philopappos Tepesi’ne çıkardı. Parthenon’un tam karşısında , ormanlık bir park. Karanlığın içinde tepedeki anıta kadar tırmandık. Philopappos Anıtı, zamanında Atina’yı çevreleyen surlardan kalan parçalardan biriymiş. Atina’ya çok yararı dokunan ve Kommagenos’lar hanedanından gelen Antiokhos Philopappos adlı prensin onuruna dikilmiş. Karşıda Parthenon, altınızda tüm şehir, ileride deniz; tam çekilip düşünmelik bir mekan. Saat 12’yi geçiyordu ki susuzluk ve yorgunluğun birleşimiyle eve döndük.


YANNİS'İN EVİ

30.06.2017

7.30’da uyanıp Yannis’in de hazırlanmasını bekleyip evden çıktık. Metro istasyonunda ayrılıp o işinin ben de Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin yolunu tuttum. Victoria Metro İstasyonu’nda inip, bir fırından üçgen şeklinde Feta peynirli bir börek aldım, oldukça güzeldi. Ardından müze için sanki biliyormuşçasna bir yine doğru yöneldim. Atina’da yaptığım en büyük hata buydu. İnternetim yoktu ve haritaya bakıp emin olmadığım halde birçok kez hedeflerime ulaşmaya çalıştım. Sonuç olarak sadece zaman kaybedip, bacaklarımı yordum. En iyisi önünüze kim

çıkıyorsa sormak, zaten herkes İngilizce biliyor ve sevecenlikle yardım ediyor. Bir kadının yardımıyla müzeyi buldum ve müzeyi görür görmez İstanbul Arkeoloji Müzesi aklıma geldi. Lise yıllarımda tarih dersinde gezi ödevlerimiz olurdu. Ve bir keresinde ödevimizin bir parçası İstanbul’daki yanlış hatırlamıyorsam 4 katlı büyük bir bina ve yanındaki 2 küçük binadan oluşan İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni gezip detaylarıyla anlatmaktı. Bu sefer çok detaylı gezmeden ilgimi çeken bölümleri inceleyerek gezmeye karar vererek girdiğim müzeden 2 saatte çıkabildim.

ULUSAL ARKEOLOJİ MÜZESİ

Müzenin en ilgi çekici kısmı tabii ki de Yunan tanrı ve tanrıçalarının heykelleri oldu benim için. Aynı zamanda Cyladic olarak adlandırılan ada halkının yaptıkları heykeller de oldukça farklı ve ilgi çekiciydi. Ara ara canlı rehber eşliğinde gezinen gruplara takılıp dinledim, fakat benden çok daha yavaş geziyorlardı ve rehber güzel bilgilerden çok akılda kalmayacak gereksiz bilgilerle biraz sıkıyordu. Müzeden çıktıktan sonra müzenin arka sokakları olan Exarchia bölgesine gidiyorum. Atina’nın en merak ettiğim bölgelerinden olan bu bölge sözde anarşistlerin bölgesiymiş. Beni buraya çeken duvarlardaki graffiti ve duvar resimleriydi. Gezi olaylarındaki Berkin Elvan’ın da bir resminin olduğunu duysam da bulamadım sokaklarda. Hatta bir yerde Ulaş Bayraktaroğlu diye bir adamın Devrimci Komünarlar Partisi afişlerini gördüm.

EXARCHIA - DEVRİMCİ KOMÜNARLAR PARTİSİ

Çöplük gibi duran bir üniversite de vardı mahallede, bir de içip içip sokaklarda oturan adamlar. Sabah daha erken olduğu için kafamdaki restoranlara da gidemedim ama neyse oradan doğruca Monastiraki Meydanı’na döndüm. Aklımda Lukumades ve Thanasis Kebap vardı. Önce Thanasis Kebap’a uğradım. 9.90€ olan kebaba yaklaşık 40 TL vermiş olmak içimi acıtmış olsa da hayatımda yediğim en güzel kebaplardan biriydi diyebilirim. İçine domuz eti de karıştırdıkları kebaplarının lezzeti muhteşemdi. Sahana benzer bir kapta alt tarafta Pita ekmeği üstüne yoğurt, üstüne boyutları gayet büyük olan 4 tane şiş ve domates sosu ile servis ediliyordu.

THANASİS KEBAP

Verdiğim paraya değdiğini hissettim, bayağı doyurmuştu, fakat tadına doyamadım diyebilirim. Yemeğin yanına 1 sürahi su getirip para istememeleri gerçekten çok iyi olmuştu. Çünkü Yunanistan’sa paramı genel olarak suya harcadım. Yakıcı hava sürekli susatıyordu. Neyse ki her yerde su 0.50€ idi, her ne kadar bizim parayla 2 TL olsa da. Havaalında bile aynı fiyatta olan su, Modern Sanat Müzesi’nde 0.40€ idi ki biz de böyle mekanlarda fiyatı iki kat daha pahalı olur genelde. Tıka basa doyurduğum karnımda lokmalara yer kalmadığını hissedince, dosdoğru tanrı sandaleti almaya gittim. Art Poet Sandals adındaki bu sandaletçi Atina’nın en meşhur sandaletçisi. Yıllardır arayıp da bulamadığım modeller buradaydı. Belki daha güzelleri Türkiye’de var diyebilirsiniz ama erkeklere kalıp şeklinde dümdüz kesilmiş deri parçasından yapılmış modeller dışında bulamazsınız. Buradaki tüm modeller unisex. Ayak numaranızı söylüyorsunuz, eğer ki numarası dışında bazı kısımlarında problemler varsa o anda düzeltiyorlar. Birçok modeli alacakmışçasına düzelttirip vazgeçtikten sonra en sonunda Heraclitus adlı modeli beğenip aldım. Tam 1 saat sürmüştü alışverişim ve 40€ ödedim sandalete. Sonunda istediğim tarz sandalet bulmuştum. Vee lokmaya…



ART POET SANDALS

İlk gün gittiğimde henüz lokma hamuru hazır olmadığı için yiyemediğim Lukumades’te ballı, tarçınlı ve karamelize bademli lokma tabağı istedim. Resmen şeker bombasıydı. Zar zor , yanında bir şişe suyu da bitirerek yedim. Ama ülkemiz lokmanın vatanı olduğu halde niye sadece şuruplu ve sade lokma yapıldığını anlayamadım. Bu tarz bir kafenin Türkiye’de de olması gerekir bence. Benim yediğim dışında çikolatalı, dondurmalı gibi birçok çeşidi daha vardı ki bunlar bizim ülkede kimsenin aklına gelmemiş miydi yoksa ben mi hiç görmemiştim merak ettim doğrusu. Kebap üstüne lokmaları da yiyince resmen patlayacaktım.

LUKUMADES

Ardından bir önceki gün gidemediğim Roman Agorası’na gittim, fakat kapanmıştı, oradan Plaka bölgesine geçip biraz hediyelik eşya tarzı şeyler baktım ama gözüme ilişen pek de bir şey bulamadım. Daha önce Atina’ya geldiğim için magnet koleksiyonumun Atina parçası hazırdı. Akropolis Müzesi’nin oralara kadar gelip metro ile Ulusal Modern Sanat Müzesi’nin yolunu aldım. Niye modern sanat müzelerinin dış cephesini bu kadar düz, sade ve çirkin yapıyorlar bilmiyorum ama dış görünüm olarak İstanbul Modern’den farksızdı. İçeri girdiğimde soğuk hava karşıladı beni. Atina’da gezerken karşılaştığım en kötü his sokaklarda sırılsıklam terleyip müzeye gelince donmak idi; müzelerde çantayı vestiyere bırakmak zorunda olduğunuz için sırtınızdaki ter sizi donduruyor resmen. Müzedeki eserler oldukça yaratıcıydı bence, ilham aldığım birçok eser oldu. Modern sanat müzelerinde gezerken aslında çok da kesin yargılara ulaşamazsınız eserler hakkında ama müzedeki çoğu eser düşündürmeyi beceriyordu. Müze yalnızca 4€ idi öğrenciye. Ayrıca müzenin 2 saatlik canlı rehber aracılığında gerçekleşen turlarına da saatlerini takip edip katılabilirsiniz.

MODERN SANAT MÜZESİ

Yanında kaldığım Yannis’in tavsiyesi üzerine Piraeus yani Pire’ye gidecektim. Aynı zamanda havalimanına yetişme derdini düşünmem gerekiyordu. Çünkü havalimanına giden metro 20-30 dk gibi aralıklarla kalkıyordu. Her şeyi riske atıp metroya atladım ve Pire’nin yolunu tuttum. Pire Atina’nın liman semti oluyor. 15 dk süren tren yolculuğu sonrası sanki yazlık bir semte geliyor gibi hissediyorsunuz. Daha önce Atina’ya geldiğimizde İtalya’dan geldiğimiz gemiden burada inmiştik. Avrupa’nın en büyük yolcu limanı olan Pire yılda 20 milyon yolcuya hizmet veriyormuş. Büyük bir liman olduğu için kıyı şeridi oldukça yoğun, bir de yollardaki kazılar nedeniyle hayli karmaşık bir hal almıştı.

PİRE LİMANI

Bacaklarım kopuyordu artık yürümekten buna rağmen semtin en önemli limanı olan Pasalimanı’na koyuldum. Pire’yi bir yarımada olarak hayal edersek orta kısmı tepe kenarlar alçaktı. O yorgun bacaklar ve kısıtlı sürede tırmanış gerekiyordu. Yaklaşık 15 dakika yürüdükten sonra Paşa Limanı’na vardım. Hala Türkçe adı kullanılan bu liman aslında küçük bir koy. Güzel kafe ve binaların çevrelediği koyun kenarında biraz oturup dinledikten sonra geri dönüşe başladım. Gelmişken bir şey de mi yesem derken son bir Gyros alıp doğruca metroya binip dönüm, uçağı kaçırma telaşıyla. Bir aktarma yapıp havalimanına vardım.

SON GYROS

Girer girmez bavulumu emanetten aldım, iyi ki öyle yapmışım yoksa nasıl gezerdim bilmiyorum. Sonra uzun kuyruklarla biletimi aldım. Ayağımda sandaletler, sürekli bağcıkları çözülüyor, alt bacaklarımın ön tarafları yürümekten acıyor, kim bilir 6 hafta boyunca neler yaşayacağım Mısır’a yolculuk başlıyor!!!


MISIR UÇUŞU


bottom of page