top of page

MISIR GÜNLÜKLERİ - KAHİRE - KOPTİK BÖLGE - (DAHAB SONRASI)


10.07.2017 – KAHİRE

O kadar çok mola verdik ki bu sefer yolculuk polis kontrollerinden değil molalardan uzadı. Hatta bir molada Türk kızlar ile oturup çey içerken birden çay üstüme döküldü ve kolum yandı. Üstüne sinirlenip Shawourma denen et dönerden alıp yedim. Sabah 5’te eve vardığımız Dahab’tan dönüş yolculuğu sonrası, evdeki tek kişi telefonlara cevap vermiyordu, apartmanın giriş kapısında kalmıştık. Gürültülü bir şekilde vurup en alttaki dairedeki kadını sinirlendirip açtırdıktan sonra neyse ki eve ulaşabildik. Hemen yatıp 8.30 da kalktım, bugün yine Kahire keşfedilmeye devam edilecekti. İlk durak Citadel oldu. Citadel Türkçe teras anlamına geliyor ama Türkçe kaynaklarda buraya Kahire Kalesi deniyor. 1176 yılında Salahattin Eyyübi tarafından yapılmaya başlanmış bu tepeye yıllar içinde Osmanlı’ya kadar birçok bina eklenmiş, zaman zaman da bazıları yıkılmış.Hatta kalenin surlarının Giza Piramitleri’nden alınarak yapıldığı da söyleniyor.

CİTADEL

Şu an Citadel’de gezilmesi gereken yapılar Mehmet Ali Paşa Camii, El Nasr Camii, Polis Müzesi ve Ulusal Askeri Müze. Giriş ücreti olarak 30 Pound verdikten sonra hafif bir tırmanışla yapılara doğru ilerledim. Sol tarafta Cevhere Sarayı’nı gördüm ama harabe gibiydi, sözde restorasyonda ama ne bir çalışma ne de bir koruma. Ardından Askeri Müze’ye doğru ilerledim ve asker bana giriş olmadığını söyledi. Neden girilmediğini bir türlü anlayamadım, asker de İngilizce bilmediği için çok üstelemeyip bahçedeki tanklar ve uçaklara baktım. Açıkçası kapalı olduğuna biraz da sevinmedim değil, çünkü savaş içerikli müzeler hiçbir zaman ilgimi çekmemiştir. Müzenin bahçesinin tam ortasında çokca zaferler kazandıran İbrahim Paşa’nın bir heykeli de bulunuyor. Hemen geri dönüp Polis Müzesi’ne giriyorum. Açıkçası bayağı uyduruk bir müze. üç minik odadan oluşuyor, birkaç silah, uyuşturucular ve birkaç kahraman polis hakkında bilgiler var. Yalnız müzenin hemen yan tarafında bulunan Hapishane kısmı dikkat çekiciydi. Ta Eyyübiler zamanına dayanan bu hapishanenin kapılarından ve kapı deliklerinden hücrelerin içlerine bakılabiliyor. Bazılarına da maket adamlar konulmuş. Maketlerin de yüzlerini gülüyor yapmışlar, sanki hapse giren bir adam çok mutlu olurmuş gibi. Tabii ki ülkenin her yerinde olduğu gibi çöpler bu hücrelere kadar girmiş. Tabii çöp olsa ne olur ki? Müzeden çıkıp terastan Kahire’yi seyredebilirsiniz. Müzenin hemen karşısında bulunan En Nasr Camii’ne geçiyorum ardından. Bu caminin kubbesi yemyeşil ve diğer camilerden ayıran özelliği ise Mısır tarzı bir camii olmayıp Pers kültüründeki gibi mavi-yeşil mozaikler ile kaplı minarelere sahip

olması. Ve en son Citadel’in en önemli yapısı Mehmet Ali Paşa Camii’ne giriyorum. Girdiğim anda bir Ayasofya ve Sultanahmet’e benzerlik fark ediyorum. Ki zaten Osmanlı camileri örnek alınarak yapılmış bu cami. Güzel avizeler hafif rüzgarda şıngırdıyor, tavanlar biraz koyu renkte oldukça güzel işlenmiş. Bayağı beğendim açıkçası bu camiyi. Mehmet Ali Paşa bu camiyi 1832 yılında yaptırmaya başlamış ve yapımı yaklaşık 18 yıl sürmüş. Caminin kocaman avlusunda ortada oldukça detaylı işlanmiş bir şadırvan ve avluyu çevreleyen duvarların üstünde şadırvan ile aynı hizada bir saat kulesi de var. Bu saat kulesi Fransız Kralı Louis-Philippe tarafından Paris’teki obeliske teşekkür amaçlı hediye edilmiş. Citadel’de su alayım derken bana bakkallarda 2.50 Pound olan suyu 20 Pound’a satmaya çalışıyorlar ve almıyorum. Mısır’da turist isen kazıklanma olasılığın çok çok yüksek eğer bir süre yaşayıp fiyatlardan haberin yoksa.

Citadel’den gözüme kestirdiğim Al Rifai Camii ve Sultan Hasan Medresi’ne doğru inişe geçiyorum. İki yapı yan yana muhteşem gözüküyor. Tam binalara yaklaşırken yanıma biri geldi ve bana nereli olduğumu sordu. Anında kendi kendime “Yeniden başlıyoruz” dedim. Türk olduğumu söyleyince “Mısır’a gelin. Bizi siz iyi anlarsınız. Artık turist gelmiyor. Gidince anlatın, gelsinler” demeye başladı. Al Rifai Camii ve Sultan Hasan Medresi’nin de kapalı olduğunu, benim Blue Mosque yani Aqsungur Camii’ne gitmem gerektiğini söyledi ve beni peşine taktı. Yardım ettiği için acaba kaça para isteyecek diye düşünürken camiye girmenin ve minareye çıkmanın ayrı ayrı 50’şer Pound olduğunu ama eğer öğrenci kartım varsa yarıya ineceğini söyledi. Ben iki türlü de çok pahalı olduğunu söylediğimde ise o para çocukların eğitimi için kullanıldığı için kafamın rahat olması gerektiğini söyledi. Sonra camiye tam yaklaşmışken “Tamam sen girersin, Müslüman olduğunu söyle belki 10 Pound’a indirir, belki de hiç para almıyorlardır, yalancı olmak istemem” dedi. Ne yapmaya çalıştı, birden ne oldu hiç anlayamadım. Sanırım saf biri olsaydım 50’şer Pound alıp cebe atacaktı ama vermeyeceğimi fark edince uğraşmak istemedi sanırım. Blue Mosque tıpkı bizim Sultanahmet’teki gibi duvarlarında mavi çinilere sahip olduğu için bu adı almış. Caminin avlusunun tam ortasında hurma ağaçlarından oluşan bir bahçe yapmışlar, çok hoş olmuş, tam bir Mısır Camisi. Tam fotoğraf çekerken namaz kılınan bölümden 2 adam bana seslenmeye başladı. Mısır’da seslenmek “sıssss” sesi çıkarıp duymazsan öpücük benzeri bir ses çıkarark gerçekleşiyor. Hemen adama baktım, bana minareye çıkmayı teklif etti. 25 Pound deyince çok pahalı dedim ve kaç istersin diye sorunca da 15’e olur dedim. Halbuki 5 desem belki tamam diyecekti. Neyse her zamanki gibi “5’e böl, rahatla” taktiğimi uygulayıp minareye çıktım. Artık Kahire’yi panaromik olarak o kadar çok yerden izledim ki pek de ilgimi çekmedi doğrusu. Bu camiden de çıkıp Al Azhar mevkiine doğru ilerledim. Aklımda geçen sütlaç yemeye gidip Koşari yiyemediğim mekan vardı. Orayı bulup bir porsiyon Koşari’yi 10 Pound’a yedim. Yalnızca 2 TL olduğunu düşününce biraz şaşırıyor insan. İlk Koşari’ye göre daha güzeldi, daha bol mercimeği vardı, ayrıca domatesli sosun yanında, acılı domates ve biber salatası tarzı bir şey de getiriyorlar. Yeşil pencere kenarları olan mekanın adı sanırım Koshary and Halawany imiş.

KOŞARİCİ

Buradan çıkıp çarşıya doğru ilerlerken bir de Shawourma (Şavurma) yapan bir yere rastlıyorum. Şavurma bizim dönerin domates ve maydanozla karışıtırılıp üzerine tahinli sos dökülerek ekmek arasında servis edilen şekli diyebiliriz. Bir su ve Şavurma’ya 20 Pound veriyorum. Tadı biraz İstanbul usulü kokoreçe benziyor ama bence oldukça lezzetli.

ŞAVURMA

Oradan çıkıp Uber çağırmak için uygun bir yer ararken önüme 2 Pound’a mangolu dondurma satan seyyar satıcı çıkıyor. Bu ülkede en azında şimdilik mangolu dondurmayı en güzel seyyar satıcılarda tattım, pistir diye düşünmeyip almak denemek gerek bence.

MANGOLU DONDURMA

Yaklaşık 5 defa Uber çağırdım, bir türlü beni bulamadılar. Arayıp sadece Arapça konuştuklarını söylediler ve hepsini iptal etmek zorunda kaldım. Zar zor beni bulan son Uber şoförüne de bu iptallerim yüzünden 10 Pound daha fazla ödemek zorunda kaldım. Uber ile hiç yememişçesine diğer Türkler Öykü ve Merve ile evin yakınlarındaki Arabiata denen restorana gittik. Arabiata şubeleri olan, birçok Fastfood tarzı Mısır yemeğinin kaliteli ve ucuza yenebildiği bir yer. Ben de abartmamak için sadece Mercimek Çorbası istedim, yalnızca 2.80 TL. Türkiye’de birçok yerde arayıp da bulamadığım bir lezzette idi, yanında verdikleri sarımsaklı ekmekler de muhteşemdi.

MERCİMEK ÇORBASI

Ordan çıkıp dondurmacı ararken, bir fırına girdik. Bir adam bize şambali tadındaki Helvalarından ikram etti. İşaret diliyle çok komik bir şekilde anlaştık. Genel olarak Mısırlılar gibi o da Erdoğan hayranı idi, sevmediğimizi söyleyince hafif kızdı. Merve’nin elindeki kına dövmeyi gösterip Müslümanlıkta yok böyle bir şey deyip yine hafif kızdı, bayağı komik bir adamdı. Market alışverişi de yapıp evlere dağıldık. Bakalım yarın neresi keşfedilecek?



11.07.2017 – KOPTİK KAHİRE

Sabah 7.30’da kalkıp yine sokaklar için hazırlanmaya başladım. Dün marketten aldığım kaşar benzeri kesilip paketlenen peynir, domates, çiğdem ve yoğurttan oluşan kahvaltımı yaptım. Biraz dikkat etmezsem vücudum için bayağı kötü olacak. Ne spor yapıyorum ne besleniyorum, cildim yağlandı, sivilceler çıktı. Karnım da sanki hafiften yağlanmaya başladı. Hayatım uyanıp sokağa çıkıp gezme gelip tekrar uyuma şeklinde olmaya başladı. Ve artık her gün yeni bir şeyler görüp öğrenince kafam da biraz karışmaya başladı gibi ki daha sadece 1 şehir gezdik. Bugün tek başıma çıktım yine yollara. Günün şanslısı Koptik Kahire (Coptic Cairo) denilen bölge. Şehir merkezinin biraz güneyinde kalan bölge şehrin Hıristiyan bölgesi denilebilir. Antik Mısır dönemi ile İslami Mısır dönemi arasında, Romalıların yönetiminde Hıristiyanlık egemen olmuş. Bugün yaklaşık 4 milyon Hıristiyan’ın yaşadığı Mısır’da bu insanlara Kıpti ya da Kopt deniyor. Koptik Kahire denen bölge duvarlar ile çevrilmiş ve içerisinde Koptik Müzesi, St. George Kilisesi ve Manastırı, St.Barbara Kilisesi, Ben Ezra Sinagogu, St. Serge Kilisesi,El-Adra-El Mughitha Kilisesi (Saint Mary) ve mezarlıklar bulunuyor. Kiliseler Ortodoks Kiliseler’i olduğu için Yunan ve Mısır bayrakları birlikte dalgalanıyor. Önce Koptik Müzesi’ne girdim.

KOPTİK MÜZESİ

Müze çok hoş bir bina, tavanları ahşap işlemeler ile kaplanmış.Koptiklerin kullandığı tekstil ürünleri, ahşap ve metal objeler ile St. Jeremiah, St. Apollo gibi manastırlardan getirilmiş bazı mermer oymalar, duvar ikonları müzede yer alıyor. En büyük el yazması papirüs eser koleksiyonuna sahip Nag Hammadi kütüphanesinin eserlerinin yanı sıra müzenin en dikkat çeken eseri tarihin en eski kitabı olduğu iddia edilen 1600 yıllık, Davud’un Mezmurlar Kitabı. Kitap özel camla kaplı bir alanda sadece güneş ışığı alan bir odada sergileniyor. Kapakları ahşap olan kitabın yaprakları ise deri parşömenden. Müze oldukça başarılı ve çok detaycı iseniz 3 saat alabilir gezmesi. Yalnız müzede bile tuvalette peçete olmaması gerçekten çok ilginç. Mutlaka peçete ile gezmeli Mısır’da. Bir de peçetesiz tuvaletten çıkınca görevi orada sadece oturmak olan kadının para isteyip ben de para verince kendime bayağı sinir oldum. Çünkü tuvalet parasız ve kadın kendine pay çıkarmaya çalışıyordu. Oradan çıkıp Koptik Bölgesi’ndeki kiliseleri geziyorum. Hiç Ortodoks Kiliseleri’nden bu kadar etkilenmemiştim. St. Mary ya da Fransızca adıyla Eglise de la Vierge bölgenin bence en güzel kilisesi, müzenin hemen sağ tarafında bulunuyor, güzel bahçesinden ilerleyince kilise papazı balkonda oturuyor, tanıyanlar da gidip elini öpüyor.

ST. MARY KİLİSESİ

Bunun dışında St. George Kilisesi de tavanındaki İsa figürü ve asıl kilisenin alt katlarında bulunan tünel benzeri odalar ile ilgimi çekiyor. Oradan mezarlığa geçtiğimde ise mezarlıkta ağaç yerine genel olarak kaktüs ve sukkulent gördüm ve bayağı hoşuma gitti. Ben de olmayan türleri almak için gitmeden önce buraya mı gelsem acaba? Bölgenin ana sokağına çıkıp yere inen bir merdiven kalan bölgeye, diğer kiliselerin ve sinagogun olduğu bölgelere geçiliyor.

ST. GEORGE KİLİSESİ

Buraları da gezip Mar Girgis Metro İstasyonu’nu kullanarak Tahrir Meydanı durağı olan Sadet istasyonunda indim. Burada toplu ulaşımda kart kullanılmıyor, herkes hemen bir bilet alıyor(2 Pound=0.40 TL), makineden o geçiriliyor. Soktuğunuz delikten değil de başka bir delikten çıkan bilet makinede mühürleniyor. Metrolarda ayrıca sadece kadınlara ait olan vagonlar da bulunmakta. Tahrir Meydanı’nda inip diğer Aiesec Türkleri ile buluşmak için meydana bağlanan caddelerden biri olan Talaat Harb’ta bulunan Café Riche’e gittim. 1908’de açılmış kafe tüm zaman boyunca önemli düşünür ve devlet adamlarının uğrak yeri olmuş. Nobel ödülünü kazanan ilk Müslüman ve tek Arap olan Naguib Mahfouz Cuma günleri toplantılar düzenlemek üzere kafeyi kapattırırmış. Oldukça şık mekanda 10 Pound ödeyip Karkade denilen Ağaç Hatmi çiçeği yani Hibiscus’tan ayapılan çayı

denedim. Ama çok da beğenmedim, biraz Kuşburnu’na benzeyen çayın tadı fazla ekşiydi.

CAFE RICHE

Oradan çıkıp günlerdir aklımda olan aynı cadde üzerindeki krepçiye gittik. Mısır’da krep oldukça popüler ve ucuz bir yiyecek. Kocaman krebin içine tavuk döner, iki çeit peynir, zeytin, domates, biber, ketçap, mayonez konulup üçgen bir biçimde sarılıp özel kartonda veriliyor. Tabii farklı çeşitleri de var, biz çikolatalı ve tavukludan denedik. Tavuklunun içinde sanırım limon turşusu vardı, bir turunçgil aroması olduğu için beklediğim kadar güzel çıkmadı.


KREPÇİ

Burdan da El Abd Patisserie adındaki pastaneye gittik. Mangolu dondurmasından tattık fakat seyyar satıcılarda yediğim kadar lezzetli gelmedi. Pastanenin içinde çok güzel ürünler vardı. Normal bir pastanın da boyut bizimkinin neredeyse 3 katıydı. Mısırlılar gerçekten de şekerle besleniyor sanırım. Nasr City’deki evlerimize bu sefer daha ucuz yoldan dönmek için metroyu kullandık. Metro haritasının da Arap alfabesinden olmasından dolayı güvenliğe sorarken bir adam bize yardım etti. 3 defa tren değiştirdikten sonra bizi başka birine emanet etti, adam bizim için fazladan yol gitmiş, geri dönecekti. Emanet ettiği çocuk da daha erken indi, biz, yeryüzüne çıkardı sonra tekrar bilet alıp metroya devam etti. Mısr’da karşılıksız yardım görmek oldukça şaşırtıcıydı. Omar (Aisec sorumlusu) ile programın belirsizliği, yapılan eksiklikler konusunda mesajlaşmıştık, şimdi konuşmaya gelecek, bakalım ne olacak 19 şehri gerçekten gezebilecek miyim?



12.07.2017 – KAHİRE

Yatmadan önce Aisec görevlisi Omar’dan zorla günlerdir beklediğim gezi planı listesi gelince çıldırdım. Yine bir sürü gün Kahire’de boş takılacaktık, üstüne Luxor-Aswan, Ras Sedr gezileri ben eve döndükten sonra gerçekleşiyordu. Ayrıca benim projem 19 şehri gezme projesi iken 10 şehir gezme projesinden farklı olarak sadece 3 şehir vardı. Herkesten fazla para ödeyip herkesten az şehir gezecektim. Omar’e sinirli mesajlarımı yazıp Türk kızlarla gezmek üzere şehir merkezine gittik. İlk durağımız Abdeen Palace oldu. Ya da Türkçe adıyla Abidin Sarayı. 1863 yılında yapımına başlanan saray 1874 yılında kullanıma açılmış. Fransız bir mimarın tasarladığı yapı şu an müze olarak kullanılıyor. Müze biraz canımı sıktı aslında. Çünkü 14 gündür girmediğim müze kalmadı neredeyse, Atina’da antik eserler, modern müze derken, buraya geldim İslami eserler, savaş müzeleri, Hıristiyan eserleri… Daha bir de Antik Mısır eklenecek bunun üzerine. Kafam biraz allak bullak olmadı değil. Müzenin içerisinde başta Mısır kralları ve prenslerinin savaş, av eşyaları olmak üzere tabak çanak takımları var. Müzedeki çoğu eserin ise Türk yapımı olduğunu gördük. Uzun süre Osmanlı İmparatorluğu altında olan Mısır’ı özerk bir eyalet haline getiren Mohammed Ali için de özel heykel ve bölümler mevcuttu. Her ne kadar özerkleştirmiş olsa da silahından tabağına müzedeki eserlerin büyük bir kısmı Türk kökenliydi. Çok şık kılıçlar görülmeye değer. Ama benim en çok hoşuma giden kısım devlet başkanlarına gelen hediyelerin olduğu bölüm oldu. Şu anki devlet başkanı Sisi’ye ait bir özel odada ona diğer ülkelerden gönderilen hediyeler bulunmakta. En hoşuma giden hediye ise sadece raptiye kullanarak yapılan Sisi portresi oldu. Sisi’den önceki başkanlara gelen hediyeler de oldukça hoştu, Türkiye’den de birkaç çini vazo vardı sadece.

ABDEEN PALACE

Saray’dan çıkıp Mısır’ın en eski camii olan Ibn-Toulun yani Tolunoğlu Camii’ne gittik. Arada yürüme mesafesi olarak yaklaşık 30 dk olduğu için Uber kullandık. Bu camii Ahmed bin Tolun tarafından 879 yılında yaptırılmış. Sarmal şeklindeki minarenin caminin tarzıyla uyuşmaması minarenin daha sonra inşa edildiğini düşündürtmekte imiş. Mısır’daki diğer camilerden farkı ise mimarisinde Irak üslubunun kullanılması. Caminin hemen yanında ise gezilebilecek bir müze daha var: Gayer Anderson Müzesi. Birbirine bağlı 2 evden oluşan müze, İngiliz asıllı Gayer Anderson’un İslami arkeoloji alanında uzmanlaşıp topladığı parçaların sergilenmesinden oluşuyor. Genel olarak ev ve eve dair parçalar tabii.


NCA , DENİZ , ÖYKÜ , MERVE

IBN-TOULUN CAMİİ

Çok acıkıp Tahrir Meydanı’na giden bir otobüse atladık. İnip önce ben bir yerde Muz suyu içtim. Burada muz suyu, muzlu süt. Muz ve sütü blender dan geçirip içine buz attı. Adamın sütü koyduğu bidonu, aletin pisliğini ve yerde kırdığı buzu lavaboda yıkayıp bardağıma koymasını görmezden gelerek içtim, oldukça güzeldi ve 7 Pound idi.

MUZLU SÜT

Ardından Felfela adındaki Kahire’nin en önemli restoranlarından birine girdik. 1959’dan beri hizmet veren restoran her ne kadar bize ucuz olsa da Kahire’nin lüks restoranlarından biri. İçerisi koyu kahverengi döşenmiş ve birçok yerde akvaryum var. Garsonlar takım elbise ile dolaşıyor. Biz de domates çorbası, bıldırcın ızgara, yaprak sarma, köfte kebab, babaganuş ve tereyağ ekmek söyledik. Domates çorbası oldukça lezzetli idi, sanki içerisinde kereviz de vardı ve içine 2 tane bütün çeri domates atılmıştı. Merakla beklediğim bıldırcın ise oldukça lezzetliydi. Domatesli soğanlı bir şekilde soslanmıştı. Tabii eti biraz azdı. Ve yalnızca 80 Pound idi, yani 16 TL. Türkiye’de o paraya kaliteli et yemek bayağı zor. Söylediğimiz terayağ ve ekmek biraz komikti. Bizim kebapçılardaki gibi pide ve tereyağ beklerken , pidenin yanına gelen tereyağ küçük pakette mini hazır tereyağı idi. Sarmalar ise küçük küçük sarılmış ve bir güvecin içinde domates ve soğan ile pişirilmişti. Bence bizdekinden çok çok daha güzeldi. Vergiler ve hizmet bedeli de eklenince kişi başı ortalama 15 TL vererek bir lüks restorandan çıktık.

FELFELA

BILDIRCIN IZGARA

SARMA

Ardından ben hemen bir seyahat acentesine gittim. Gezi ücretleri ne kadar, bana para verirlerse nereye gidebilirim diye araştırmak için. En ucuz gezi gecelik 35 Dolar’a geliyordu. En azından bir yere giderim diye düşündüm. AIESEC oldukça hesaplıydı, her ne kadar kaldığımız yerlerin şartlarını pek düşünmemeye çalışsam da. Acentedeki adam bizle bayağı ilgilendi, Türk kahvesi yaptırdı oğluna, hepimize birer şişe su aldırdı. Kısa günün karı! Sonra Nasr City’e doğru Uber’e atladık. Ama evden önce City Stars AVM’nin yanındaki meyve sucudan meyve salatası yedik. 17 Pound olan bir tabağı 4 kişiye yeter bence. İçerisinde erik, armut, kiraz, muz, kavun, elma, kek parçası, kadayıf vardı. Belki fark edemediğim meyveler de vardır. Bir de alt tarafında pirinçle karışıtırılmış portakal ağırlıklı bir meyve suyu da vardı , onu içmek için de pipet veriyorlardı. Bombayı da yedikten sonra eve...

UBER

MEYVE SALATASI

Gece Omar geldi ve sorunları konuştuk. Beni Luxor ve Aswan’a göndermeden Türkiye’ye yollamayacağını, diğer 5 şehiri de en kısa zamanda halledeceğini, gerekirse parasını vereceğini söyledi. Her şey çözüldü gibi duruyor, bakalım gerçekten öyle olacak mı? Pek güvenemiyorum…


13.07.2017 - KAHİRE

Dahab’tan aldığım National Geographic’in Mısır Rehberi’ne göre şekillendirmeye başladım gezilerimi. Bu sefer daha önce güney kesimini gezdiğim Cezire Adası’nın kuzey kesimi olan Zamalek semtine gittim. Kahire’nin Avrupası denilebilir kısacası bu bölgeye. Elçilik ve konsoloslukların olduğu bölge oldukça temiz, güzel butik kafe ve restoranların, butik mağazaların bulunduğu, genel olarak Fransızca isimli bina ve kafelerin bulunduğu bir semt. Türkçe “üzümlük” kelimesinin değişmesiyle adını alan mahalle zamanında Fransız bir mimar tarafından planlanmış , sokakların yeşilliğine de oldukça önem verilmiş. Semtin en güzel butiklerinin ve kafelerinin olduğu Brezilya Sokağı’nda biraz takılıp en meşhur restoranlarından biri olan Maison Thomas’a gittim. Burası pizzasıyla meşhur ve 1930’dan beri hizmet veriyormuş. Kendi spesiyalleri olan Thomas adındaki pizzadan yedim. İçinde Gouda, Bleu, Mozarella ve Keçi Peyniri bulunan pizzadan küçük boyutta söyledim ve 55 Pound’luk bir hesap ödedim. 11 TL’ye eşit ve oldukça ucuzdu bence. Tüm peynirleri karıştırmak yerine pizzanın farklı kısımlarına koymuşlardı, ama bence en güzel bölümü Bleu olan kısmıydı. Biraz lüks bir mekan aslında ama bizim paraya çevirince normal bir fiyata denk geliyor.


MAISON THOMAS

MAISON THOMAS

THOMAS

Buradan çıkıp semtte biraz daha dolaştım. Kitapçılar, mağazalar derken Mısır’da olduğumu unutturdu bana burası. Güzel binalar, temiz sokaklar derken Mısır’da en son tadacağımı düşündüğüm bir Kruvasan da aldım bir fırından sadece 2 TL’ye denk geliyordu ve Türkiye’dekilerden başarılıydı. Adanın Giza tarafına bakan kısmına kadar yürüdüm, o tarafta bulunan camii ve kayıkçıkları gördüm. Ardından kitabın önerisi ile Nomad Gallery denen mağazaya gittim. İkinci katta bulunan bu mağazaya zil çalıp girdim. Bana tepside özel şişe açılıp bardakta su ikram edildi. Güzel tasarım takılar, anahtarlıklar ve kilimlere baktım. Hatta bir kilimi de ayırttım kendime. Deve ve koyun yününden yapılan kilimler çok özel olmasalar da güzellerdi bence. Oradan da Süveyş Kanalı’nın açıldığı zamanlarda yapılan fakat şu an Marriott Hotel’e ait olan Cezire Sarayı’nı yol kenarından görmeye gittim. Saray, kanalın açılışında büyük devlet adamlarını ağırlamış ve çeşitli eğlenceler düzenlenmiş onlar için. Bölgede ayrıca İslami Seramikler Müzesi de bulunuyor ama ben gittiğimde hem kapalıydı hem de artık müze gezmekten sıkıldığım için açık olsa da girmezdim büyük ihtimalle. Türk kızlarla anlaştığımız üzere tavşan yemek için Tahrir Meydanı tarafına geçtim adadan. Kızları beklerken, kendime mi çekiyorum bir türlü anlamadım, yine bir adamla konuşmaya başladık. "Nerelisin?" sorusu üzerine Türkiyeli olduğumu söyleyince benle Türkçe konuşmaya başladı. Meğerse adam 2 ay Türkiye’de 2 ay Mısır’da yaşıyormuş. Karısı ve kızları burdan çiçek topluyormuş ve ayrıca hediyelik eşyalar satıyorlarmış Kapalıçarşı’da. Adamın bir de Beşiktaş’ta evi varmış. Sana kartımı vereyim diye tutturdu ve beni bir parfümcüye soktu. Dedim yine başlıyoruz. Dükkandaki adam 3 tane koku sürdü. Hangisini beğendiğimi sordu. Ben de ısrarla hiçbirini beğenmediğimi söyledim. “Beğenmesen de hangisini daha çok beğendin, şöyle küçük bir şey alıver” dedi, ben de inatla hiçbirini dedim. Alıcı olmadığımı anlayınca beni ordan aldı adam bu sefer bir papirüsçüye götürdü. Beni papirüsçü ile yalnız bıraktı. Adam kapıyı kapattırdı ve ışıkları da kapatacağım dedi, hafif korktum. Ama karanlıkta fosforlu hale gelen papirüslerini gösterdi. Bana kartını verdi ve oradan çıktım. Yemek yemek için Café Riche’i seçmiştik. Lüks günümdü, ve sabahtan beri Fransız takılıyordum. Ama sabırsızlıkla beklediğimiz akşam yemeğimiz pek memnun etmedi bizi. Molokhialı tavşan ve kıymalı beşamel soslu enginar söyledim. Ama iki yemek de hoş değildi. Bizim evde yaptığımız şaraplı tavşan gibi bir şey hayal edince hayal kırıklığına uğradım. Molokhia dedikleri yeşil sos, bir tavşan butu ve pilav şeklinde önünümüze konan tabakta pilavın üzerine dökülüyormuş ki ben tavşana döktüm. Ama hiç de güzelleştirmedi. Tavşan tıpkı tavuk gibiydi, farklı bir tadı gelmiyordu. Molokhia denen sos aslında bir çorba imiş. Türkçesi Molehiya olan bitkinin yapraklarının kurutulmasıyla yapılıyormuş. Benim dışımda bu sosu da kimse beğenmedi. Diğer kızlar Sambusek denilen buraya ait çiğ börek, pişi benzeri atıştırmalıktan da söylediler ki ben daha ucuz fiyata boyutları nerdeyse 5 katı olan Sambuseklerden AVM’de yemiştim.


MOLOKHIA , TAVŞAN , KIYMALI BEŞAMEL SOSLU ENGİNAR

Sonuç olarak hiç memnun kalmayıp Uber çağırıp eve gitmeye karar verdik. Uber şoförümüz oldukça komik, espiriciydi. Ben uyukluyordum, bana sarhoş musun vs. deyip eğleniyordu. En son da eve bırakınca arabadan indi ve bizle bir selfie de çekildi. Öbür gün yola çıkacağımız için hemen uyudum, bakalım çöl macerası nasıl olacaktı?

14

bottom of page