top of page

LİZBON - SİNTRA - EUROVISION 2018

Güncelleme tarihi: 17 May 2020


5-14 Mayıs 2018

Eurovision’dan son anda akreditasyon alarak hiç ummadığım bir anda yola çıktığım bir gezi oldu Portekiz. Dolu dolu 8 gün geçirdim, Lizbon dışında bir günümü de Sintra şehrinde değerlendirdim. Frankfurt aktarmalı yaptığım uçuşlarım sayesinde biraz olsun Almanya’yı da görme fırsatı buldum. 1 aydan az bir sürede bilet almam sebebiyle uçak biletleri biraz pahalıydı; ayrıca Euro’nun 5 TL olması da yeme ve gezme açısından sınırlandırdı. Her şeye rağmen gayet keyifli bir seyahat oldu benim için.

İstanbul’dan 3 saatlik bir Frankfurt uçuşu sonrası yine 3 saatlik bir uçuşla Lizbon’a vardım. Lizbon’da “escin5.org” sitesinin diğer yazarları Kemal Can Arat, Latif Can Derin ve İbrahim Yılmaz ile şehrin merkezinden biraz uzak bir evde kaldık. Carnide metro istasyonuna yakın olan mahalle gayet sakin bir bölgeydi. Şehir merkezi metro ile yaklaşık 30- 40 dakika sürüyordu.

Havalimanına iner inmez Eurovision afişleri karşıladı beni, ardından bir görevli Eurovision için gelenlere sundukları ücretsiz havalimanı transferi ve şehir turu paketini anlattı.

Eurovision Akreditasyonu’ndan bahsetmem gerek biraz da. Eurovision bildiğimiz gibi bir şarkı yarışması, buraya isteyen biletini alıp geliyor, yarışmayı canlı canlı izliyor. Aynı zamanda bizim gibi akreditasyona başvuranlar oluyor, tabi bunlar Eurovision ile ilgili bir haber sitesi, radyosu yani medyatik bir işi olanlar. Şubat ayı civarında akreditasyon başvuruları başlıyor. Akreditasyon üçe ayrılıyor: Delegasyon, Basın ve Fan. Biz basın olarak başvursak da bize Fan akreditasyonu çıktı. Kemal ve Latif escin5.org’tan başvurdular ve ilk kez Fan akreditasyonu aldılar; ben ise okulda yaptığım radyodan (nca.radio) yani RadyoSU’dan başvurdum. Bana kabul gelmedi ve mail baskısıyla ancak Fan alabildim; benim için bu da yeterdi. İkisi arasında çok da bir fark yok aslında. Sadece basın merkezi daha büyük bir alan ve yarışmayı izledikleri ekranlar daha büyük. Bizim için ayarladıkları alan bir çadır ve normal televizyonlarda izledik yarışmayı. Basın da fan da provaları izleyebiliyor sadece basın için ayrılmış alan sahneye daha yakın, daha iyi çekim yapabilmeleri için ki ben nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde provaları izlemeye gittiğim ilk gün kendimi orada buldum. Açıkçası Fan’a ayrılmış alan oturmalı olduğu ve sahne uzaktan tam görülebildiği için çok daha hoştu. Provaları izleyebiliyoruz fakat asıl yarışma gecesi arenaya girme şansımız yok bize ayrılmış alanın televizyonlarından izliyoruz. Ki televizyondan izlemek daha tercih ediliyor. Çünkü bu aslında bir televizyon şovu ve sahnede yapılan birçok şeyden izleyicinin haberi olmuyor. Örneğin bazı bölümlerde sahnede kameraman dolanıyor, ya da tepeden bir kamera iniyor. Finlandiya’nın performasında sanatçı şarkının ilk kısmında hiçbir şekilde sahnedeki izleyici tarafından görülmüyor. Akreditasyonu olan herkesin bir hafta boyunca açık olan Euroclub’a da giriş hakkı oluyor. Euroclub, sabah 4’e kadar açık Eurovision müzikleri ile eğlenilen bir mekan.

Eve gelir gelmez hep birlikte İsrail Partisi (The Israeli Party)’ne gittik. Israil’in Eurovision’un düzenlendiği kentte geleneksel olarak düzenlediği bir parti bu ve o sene yarışacak birçok sanatçı sahne alıyor, fanlarıyla buluşuyor.

THE ISRAELI PARTY - NETTA

Hızlı başlayan gecenin sabahı doğruca Eurovision’un gerçekleştiği Altice Arena’ya geçtim. Altice Arena Taj Nehri kıyısında bulunuyor, şehir merkezine 20-30 dakika uzaklıkta. Fuarların, parkların olduğu bir bölge yapmışlar. Arena’nın hemen ilerisinde Avrupa’nın en uzun köprüsü Vasco de Gama bulunuyor. Vasco de Gama Hindistan yolunu gemi ile keşfeden bir denizci ve Portekiz için çok önemli bir insan. Hindistan keşfi ile ticaret gelişiyor, ülke birçok yönden etkileniyor.

VASCO DE GAMA KÖPRÜSÜ

ALTICE ARENA

İlk gün Büyük 5’li ve ev sahibi Portekiz’in provaları vardı. Büyük 5’li Fransa, Almanya, İspanya, İtalya ve Birleşik Krallık’tan oluşuyor, ev sahibi ülke ile birlikte direkt finale geçme hakkına sahipler. Peki bunların ayrıcalığı ne diye soracak olursanız cevabı da Avrupa Yayın Birliği (EBU)’ya en çok para desteğinde bulunan ülkeler olmaları. Benim de en büyük favorim Fransa idi. Fransa Mademe Monsieur adlı ikilinin Mercy adlı şarkısı ile katıldı yarışmaya. Şarkılarında Afrika’dan Avrupa’ya tekne ile geçmeye çalışan mültecilerin denizde doğan Mercy adlı çocuğun hikayesi anlatılıyor. Anlamlı, hafif, elektropop tarzındaki müzikleri beni dinlediğim ilk günden itibaren bağlamıştı. Seyahatim boyunca da onları desteklemek adına her yerde reklamlarını yaptım. Provaları sonrası Basın Konferansı düzenlendi. Konferans sonrası tabii ki şehre kaçtım. Bu arada hatırlatmak gerekir ki yarışmada şarkılar arasında “Postcard” adı verilen mini videolar gösteriliyor, bu videoların amacı sahnenin temizlenip sıradaki şarkıcı için hazırlamak. Eğer video dışında sunucular konuşuyursa bu sıradaki şarkıcının sahnesinin hazırlamasının zor olduğu ve süreyi uzattıklarının bir göstergesi.

MADAME MONSIEUR (FRANSA) PROVASI

Önce aradan çıkması için müzelerden başladım. Gulbenkian Müzesi şehrin en önemli müzesi konumunda. 20. yüzyılın zengin adamlarından İstanbul doğumlu Ermeni Calouste Gulbenkian zamanında Portekiz’i evi olarak benimsemiş. Aslında bu müzeyi İstanbul’da açmayı planlıyormuş. 6000 eserden oluşan koleksiyonu 1969 yılında müze olarak Lizbon’da sergilenmeye başlamış. Müzede Roma döneminden Araplar’a, Mısır’dan uzakdoğu eserlerine kadar birçok eser var. Geçici sergilerin de geldiği müze oldukça büyük ve gezmesi en az iki saati buluyor. Modern sanat eserleri ve özel koleksiyon ayrı binalarda bulunuyor, binalar arası geçişte müzenin yemyeşil bahçesi güzel bir dinlenme fırsatı da sunuyor.

GULBENKIAN MÜZESİ

Müze sonrası doğruca Eurovision Açılış Seremonisi & Mavi Halı Töreni’ne gittim. MAAT (Museum of Art, Architecture and Technology) adlı müzenin yanında gerçekleşen törende yarışmacılar teker teker mavi halıda yürüdü. Fotoğraflar çekildi, kenarda bekleyen basın ekiplerinin sorularını yanıtladı. Ben de sadece favori ülkem Fransa ile fotoğraf çekilip döndüm.

AÇILIŞ SEREMONİSİ

Belem tren istasyonundan trene binip şehir yönüne doğru giderken bir anda Alcantara adlı durakta indim. Lizbon’un simgesi haline gelmiş 25 Nisan Köprüsü’nün hemen altındaki mahalle. Kırmızı rengi ile dikkati çeken köprü 42 yıl diktatörlük yapan Salazar’ın adıyla kullanılsa da 1974 yılında yapılan ve demokrasiye geçişi sağlayan darbe sonrası bugünkü adını almış. Burada şehrin hoş mekanlarından LX Factory bulunuyor. 1846 yılında kurulan önemli bir tekstil fabrikası (Companhia de Fiação e Tecidos Lisbonense) günümüzde sanat, müzik, mimari gibi alanları birleştiren bir komplekse dönüştürülmüş. Bir yanda tezgahlarını açmış satıcılar, hoş kitapçılar, hediyelik eşyacılar öbür yanda çalan müzik ve kaliteli kafe ve restoranlar… Tezgahlarda ilk gözüme çarpan şarap mantarından yapılmış ürünler oldu. Bilen bilir, “nca.cactus” markamla şarap mantarında sukkulent yetiştirip satmaktayım; o yüzden biraz da mantar hastasıyım. Lizbon boyunca belki de en çok karşıma çıkan hediyelik eşya da mantardan yapılmış ürünler oldu. Çanta, ayakkabı, anahtarlık, cüzdan, saat ve daha bir sürü eşyanın şarap mantarı versiyonu yapılmış ve satılmaktaydı. Dünyada mantar üretiminde bir numara olan Portekiz 100.000 ton mantar üretimi ile dünya ihtiyacının %50’sini karşılmaktaymış. Sobreiro dedikleri Mantar Meşesi’nden ağacı kesmeden sadece kabuğunu alarak üretiliyor mantar. Ekilen ağaçtan ilk üretim için 25 yıl beklemek gerekiyor, ardından kaliteli üretim için de bir 18 yıl daha. Bu 43 yıl bekleyişten sonra da her 9 yılda bir üretim yapılabiliyormuş. Yani oldukça zahmetli ve değerli bir iş.

LX FACTORY

LX Factory’de uğranması gereken mekan ise Landeau. Landeau, çikolatalı keki ile meşhur. Açıkçası çok da müthiş değil, üzerindeki toz kakao ve hafif ıslak alt kısmı güzel bir uyum

sağlıyor. Yanına da bir Portekiz kahvesi yani Galao da iyi gidiyor. Espresso olan kahve minik bir bardakta veriliyor, isteğe göre köpüklü sütle de ikram ediliyor. Hemen her yerde bulunan kahvenin fiyatı genel olarak 1€. Blogların mutlaka görmemizi önerdiği tavanında bisiklet asılı kitapçının da bir özelliği yok diyebilirim, her zamanki gibi abartılmış :).

LANDEAU

KİTAP KAFE

LX Factory sonrası haftanın her gecesi olacağı gibi EuroClub’a geçtim. Eski katılımcılardan Ruslana, Suzy, Valentina Monetta gibi sanatçıların dışında bu yılın yarışmacılarından Christabelle, Benjamin de EuroClub da sahne aldı.

EUROCLUB - SUZY

Diğer güne Belém’den başladım. Bir zamanlar Lizbon'dan ayrı bir bölge olan Belém merkezden trenle 10 dakikada ulaşılabilen tüm gün ayrılması gereken bir yer. Kahvaltıyı Pasteis de Belém'de yaparak güne başlanabilir. Portekiz'de her yerde bulabileceğiniz bir lezzet Pasteis de Nata. Ama bunların en meşhuru Pasteis de Belem. Adı farklı olduğu gibi tadı da gerçekten farklı. Duyduğuma göre tarifini sadece 3 kişi biliyormuş. Bu 3 kişi de hiçbir zaman aynı ortamda bulunmamaya çalışıyormuş, olur da ölürlerse tarif kaybolmasın diye. Aralarından birini kaybedince de uygun gördükleri genç birine tarif aktarılıyormuş. 1837 yılından beri hizmet veriyor burası. En basit şekilde kremalı milföy olarak tanımlayabileceğimiz tatlıyı ısırınca çıkan çıtırtı çok uzaklardan bile duyulabiliyor. En güzeli sıcak sıcak çıkmışını yemek. Pasteis de Belem'in tanesi 1,10€. Yanında süt ya da kahve iyi gider. Mekan o kadar meşhur ki yiyebilmek için kuyruk beklemek gerekiyor. Pakette alacaklar için ayrı bir kuyruk, oturacaklar ,için ayrı bir kuyruk. Mekan zaten labirent gibi. Boş masa olsa bile oturtmuyorlar. Boşluklar düzenli bir şekilde dolduruluyor, örneğin sıradaki beş masa için 5 grup alınıyor, sonra diğerleri biraz bekletiliyor. Okyanus ülkesi Portekiz’de deniz ürünlü hamurişleri de oldukça yaygın. Ben burada karidesli pişi olarak tanımlayabileceğim Pasteis de Camarao diye bir şey de yedim ve bence yememeliydim. Püre haline getirilmiş karides biraz mide bulandırıyordu.

PASTEIS DE BELEM & PASTEIS DE CAMARAO

Ama karşımda burası dururken öncesinde farklı bir şey yiyemeden de edemedim. Pasteis de Cerveja’da Nata’nın biralı versiyonunu tattım. Hamurunda bira olan, yumuşak, çıtır olmayan bir tat idi; kimse burayı önermez ama bence denenmeli.

PASTEIS DE CERVEJA

Belém’de şehrin modern sanat müzesi Museu Coleção Berardo, Arkeoloji ve Denizcilik Müzeleri'nin yanı sıra Belem Kulesi ve Jeronimos Manastırı da bulunuyor. 1515-1520 yıllarında yapılan kule o zamanlar Tagus Nehri'nin içinde yer alıyormuş. 1755 depremi sonrası nehir yatağı değiştirilince kule de karaya yanaşmış. Keşifleriyle ünlü Portekiz'in savunma, okyanustan şehre giriş çıkışları kontrol etme amacıyla kullanılmış uzun süre. Bir süre de hapishane olarak hizmet veren kulenin zindanlarını gezmek mümkün. Çok dar merdivenleriyle kulenin her katına çıkılabiliyor, direkt en iyi manzara için en üst kat ideal. Merdivenlerin darlığından kırmızı-yeşil ışık sistemi getirilmiş; bir süre sadece iniliyor ardından sadece çıkılıyor. Kule, Jeronimos Manastırı ile birlikte Manuelin tarzının en iyi örneklerinden biri olarak gösteriliyor.

BELEM KULESİ

Manuelin tarzı özellikle İber Yarımadası`nda, deniz aşırı keşiflerden etkilenerek Gotik ve Rönesans tarzlarının karışmasıyla oluşan bir akım. Bu akım mimaride kendini genel olarak aşırı süslü, kıvrımlı, deniz canlıları ve diğer hayvanların dekoratif bir şekilde kullanıldığı kolon, sütun, tavan süslemeleri ile kendini belli ediyor. Jeronimos Manastırı da aslında küçük bir köy olan Belem'in denizcilik faaliyetleri sonrası gelişmesiyle inşa edilen Santa Maria Şapeli merkez alınarak yapılmış. Girmek için yaklaşık 1,5 saat beklediğim manastırın bir kısmı müzeye çevrilmiş. Binanın özellikle avlusunu çevreleyen sütunlar, tavanlar ve duvarlar ince işlemeleri, deniz ve hayvan figürleri ile beklemeye değer kılıyor.

JERONIMOS MANASTIRI

JERONIMOS MANASTIRI

Modern sanat müzesi Museu Coleção Berardo’da da şanslıyım ki sevdiğim sanatçı Marcel Ducahamp’ın eserleri geçici bir sergi ile gelmişti.

COLEÇAO BERARDO MODERN VE GÜNCEL SANAT MÜZESİ

Belém’den Eurovision’un hediyesi Yellow Bus Tour ile ayrıldım. Üstü açık otobüs ile şehir turu yaptım. Şehrin en merkezi noktası ortasındaki atlı heykeli çevreleyen sarı binaların bulunduğu Praça do Comércio adlı meydan. Meydan Eurovision sebebi ile Eurovision Village olarak kullanılıyordu. Eurovision tarihinden bilgilerin yer aldığı tellerle çevrelenmiş alanda Eurovision mağazası, çeşitli kafeler ve zaman zaman bazı sanatçıların şarkı söylediği bir sahne bulunuyordu. Aynı zamanda Eurovision için bileti olmayan fanlar buradaki dev ekrandan yarışmayı seyredebiliyor.

EUROVISION VILLAGE

1755 depreminde yıkılan Riberia Sarayı'nın yerine yapılmış meydanda Kral Jose I'in atlı heykeli hemen aynı hizada da Rua Augusta Kapısı bulunuyor. Augusta Caddesi'ne açılan bir kapı. Hemen yakınlarda Santa Justa Asansörü bulunuyor. Yokuşlarla dolu şehirde iki mahalleyi birbirine bağlamak için yapılmış. Bu yokuşların etkisini azaltmak için bir de gayet yaygın bir tramvay ağı da mevcut. Genel olarak sarı renkteki bu tramvaylara binip bir şehir turu yapmak da mümkün. Çoğu trafiğe kapalı caddelerden oluşan bölgede birçok restoran ve giyim mağazası bulunuyor. Restoranlar da masalarını caddenin ortasına yerleştirmiş, sanki bir çay bahçesi görünümündeler.

KRAL JOSE I HEYKELİ

RUA AUGUSTA KAPISI

SANTA JUSTA ASANSÖRÜ

Küçük şehir turum sonrası doğruca Altice Arena’ya, 1. Yarıfinal Provaları’nı izlemeye… Provalar biter bitmez şehre dönüş. Bir şehre bir amaçla gelmek benim için zor oldu. Hem Eurovision hem yemek hem de gezmeyi dengelemek yorucu oldu. Genelde 3-4 saatlik uykuyla geçirdim günlerimi, yoksa ne istediğimi yiyebilecektim ne de istediğim yerlere gidebilecektim.

Ve akşam yemeğim için şehrin en güzel yemek mekanı Mercado da Riberia’ya gittim. 1892 yılından hizmet veren mekanın bir kısmı pazar günleri hizmet veren bir Pazar diğer yanı ise yan yana dizilmiş bir restoran kompleksi. Ortada sırf masa, aşırı kalabalık, sadece yemek. Geleneksel Portekiz yemeklerinin modern ve deneysel versiyonlarını görmek mümkün.

MERCADO DA RIBERIA

Ne yesem diye karar veremezken ülkenin meşhur yemeği Bacalhau tatmaya karar verdim, Sea Me’de. Portekiz denince akla ilk gelen yiyecek Bacalhau yani Morina balığı. Her yerde Bacalhau: Pasteis de Bacalhau, Bacalhau com Natas, Bacalhau Assado na Brasa, Bacalhau à Brás... Onlarca çeşit yemeği yapılıyor bu balığın. Marketlerde tuzlanmış olan balığı kestirerek alıyorlar, yemek yapmak için 3 gün önceden suya konuluyormuş. Sea Me adlı restoranda "Naco de Bacalhau (11,5€)" aldım, yanında patates altında şalgam yeşilliği. Oldukça tuzlu bir tadı vardı, et yapısı alabalığa benziyordu. Tuzlu tadı olmasa çok yavan olurdu muhtemelen. Altındaki yeşillik de oldukça yakışmıştı. Provalarda da yarışmada yayınlanacak bir videoyu izlemiştim. Vidéoda Bacalhau beğenmeyen birine karşı

Portekizliler'in kötü bakışlarının yer aldığı komik bir vidéo yapmışlardı. Yani Portekiz'de olup Bacalhau yememek sevmemek imkansız.

NACO DE BACALHAU

Pasteis de Nata'nın en iyisi de Mercado di Riberia'da bence: Manteigaria. Sürekli sıcak Pasteis de Natalar'ın üzerine biraz tarçın biraz pudra şekeri, mükemmel.. Natalar, Belem'e göre daha tatlı diyebilirim, tatmadan farkını anlatmak çok zor. Euro'nun 5 TL olması en azından 'Dur' dedirtebildi.

PASTEIS DE NATA

1.Yarıfinal günü biraz daha erkenci davranıp şehre indim. Akşamı arenaya gidip yer kapmam gerekiyordu. Portekiz’de kahvaltılar genelde dışarıda Pastelaria denen mekanlarda yapılıyor. Pastelarialar sabahın erken saatlerinde açılıyor. Üzeri düz olan camlı dolaplara onlarca hamurişi yerleştiriliyor. Tuzlusu, tatlısı birçok çeşit hangisini alacağına karar veremiyor insan. O camlı dolapların üzeri düz; isteyen kahvesini de söyleyip o camın üzerinde yiyor içiyor. İsteyen de oturup yiyeceğinin keyfini çıkarıyor. Benim en sevdiğim Pastelaria Casa Bresiliera oldu. Queijinhos de Ovos, Telha de Amendoa tattığım en değişik ürünlerdi. Hala emin olamıyorum fakat Queijinhos de Ovos, tıpkı şekerle çırpılmış çiğ yumurta sarısı tadındaydı. Isırılabilir kıvamda top şeklinde bir tatlıydı. Tupturuncu renkte ve yumurta tadında bu tada benzer birçok ürün bulmak mümkün. Telha de Amendoa ise krokanlaştırılmış badem olarak tanımlanabilir. Daha adlarını bilmediğim birçok yiyecek tattım, genel olarak çok tatlılar ama denemeye değerler.


QUEIJINHOS DE OVOS

TELHA DE AMENDOA

Pastelarialar aynı zamanda ilerleyen saatlerde de hizmete devam ediyor, hepsinde olmasa da alkol bulunuyor, çorba ve çeşitli sandviçler yapılıyor. Bu sandviçlerin en meşhuru Bifana. Domuz biftekleri bir tepsinin içinde soslu bir şekilde pişiriliyor. Sipariş gelince ekmek arasına konularak servis ediliyor. Bu bulunabilecek en ucuz yemek diyebilirim, sadece 3 €.

BIFANA

Şehirde onlarca kilise mevcut. Hepsi de birbirinden güzel. Bunların en meşhuru Sé Katedrali. Ama benim gezmekten en keyif aldığım, mimarisi, sadeliği ve büyüklüğü ile etkileyen Ulusal Panteon oldu. Aslında Santa Engrácia kilisesi olan yapı şu an Portekiz için çok önemli devlet, sanat ve spor insanlarının mezarlarının bulunduğu bir anıt konumunda. Girişi ücretli olan yapının kocaman terasın mükemmel bir Lizbon manzarası sunuyor.

ULUSAL PANTEON

Şehrin kalesi Aziz George ise çok da yüksekte bulunmuyor. Şehir zaten sırf yokuştan oluştuğu için yormuyor. Beni yürürken tek yoran şey şehrin kaldırımları oldu. Nasıl bunu sağlamışlar anlayamadım ama şehrin her yeri, en uzak mahallesi bile aynı kaldırıma sahip hatta Altice Arena’nın içi bile öyle döşenmiş. Minik küp şeklindeki krem rengi taşlarla yapılan kaldırımlar dümdüz olmadığı için eğer düz tabanlı bir ayakkabı ile geziyorsanız yorabiliyor. Aziz George Kalesi’nin kökeni milattan önce 2. yüzyıla diye düşünülüyor; uzunca bir süre Müslüman egemenliğinde kalmış. Tekrar Portekizliler’in eline geçince bir süre kraliyet konutu olarak kullanılmış şimdi de özellikle manzarası ile turistlerin uğrak noktası. Verilecek paraya bence çok değmez ama gelmişken de görmeden olmaz. Bahçesindeki tavus kuşları, taş duvarları ve müzesi ile en az bir saat gezilebilecek bir yer.

AZİZ GEORGE KALESİ

Kalenin alt tarafları ise Alfama denen bölge. Özellikle graffitili sokakları ve eski evleri ile dikkat çekiyor. Binaların dış cephesindeki Azulejos adı verilen bizim çiniye benzer kare seramikler buranın geleneksel mimarisinin bir parçası.

ALFAMA

Ulusal Panteon’un hemen üst kısmında yer alan Hırsız Pazarı ise bir zamanlar hırsızların çaldıkları ürünleri sattıkları bir yermiş. Şimdi tezgahlarda hediyelik eşyaların ve antikaların satıldığı bir yer. Alfama’da yapılması gerekenler arasında Fado eşliğinde yemek yemek yer alıyor. Ama Fadolar akşam 7 gibi başladığı için yemeğimi Ramiro’da yemeğe karar veriyorum. Çünkü Eurovision’a da yetişmem gerek.

HIRSIZ PAZARI

Bir okyanus ülkesi Portekiz'in mutfağında deniz ürünleri ayrı bir yer taşıyor. Kabuklu deniz canlıları deyince ilk gidilmesi gereken yer "Ramiro". Tıklım tıklım kalabalık, kapıda kuyruk var, masalarda boşluklar varsa başkalarının yanına oturtuluyorsunuz. Tablet ile önüme konan mönüde Türkçe seçeneği bile vardı. Karidesinden midyesine, ıstakozundan yengecine birçok ürün bulunuyor. Benim tercihim Sarımsaklı Karides (Gambas a la aguillo) ve Kum Midyesi oldu. Sarımsaklı Karides özel sahanında kokusu çok baskın olmayan zeytinyağının içerisinde küçük sarımsak parçaları ve kuru acı biber kızdırıldıktan sonra iri karides parçalarının eklenmesi ile yapılıyor. Çok çok lezzetli. Yemekler gelmeden önce tereyağlanmış ekmekler getiriliyor. Bu ekmekleri bir de zeytin yağına banınca lezzet patlaması.. Kum Midyesi ise bir bakır tencerede getiriliyor. Taze kişniş ile pişmiş midyeler oldukça lezzetli bir suyun içinde geliyor, kaşık kaşık içilesi. Yemeklerin fiyatı 10 Euro civarında. Lizbon'a giden birinin mutlaka uğraması gereken bir mekan. Ben de Ayhan Sicimoğlu’nun programında görmüştüm. Gerçekten verilen paraya değiyor. Yanımda oturan Yunanistan Eurovision için gelmiş adamların benim iki kadar yiyeceği yemesi üzücüydü, bir zamanlar Yunanistan’a fakir derdik…


TEREYAĞLI EKMEK

GAMBAS A LA AGUILLO

KUM MİDYESİ

Eurovision 1. Yarıfinali Altice Arena’nın yanında biz akreditasyonlu fanlara ayrılmış çadırda titreye titreye izledik. Lizbon, bizim gittiğimiz tarihlerde çok sıcak değildi; özellikle akşamları oldukça soğuktu. Şort ağırlıklı kıyafet alınca üşüyerek geçen bir seyahat oldu.

Ertesi gün 2. Yarıfinal provalarını izlemeyi araya sıkıştırıp şehri keşfetmeye devam. Yine pastelarialarda hoş hamurişleri tattım. İstediklerimi tadınca 25 TL civarında para ödemek biraz sinir etse de özellikle yanda fotoğraftakiler oldukça lezzetliydi. Adlarını hiç hatırlayamıyorum. Uzun ince olanın çikolatalı ve kremalı iki versiyonu var. Kremalı olan çok lezzetli zaten hamuru yumuşacık. Diğeri ise yine yumurtalı bir şeyler, tam olarak ne olduğunu anlayamadım. Aşırı yumuşak elde tutması zor bir kıvamı var.

Kahvaltımın üzerine bir de çorba iyi gider diye düşünerek Sopa da Pedra yani Taş Çorbası içmeye gittim. İçerisinde lahana, baklagil, sosis, domuz eti parçaları, patates ve daha bir sürü malzeme olan çorba oldukça doyurucu ve besleyici idi.

SOPA DA PEDRA

Confeitaria Nacional adlı oldukça abartılmış ve asla önermediğim pastaneyi sağımıza aldığımızda solda kalan bir küçük restoranda bu çorba bulunabilir, mutlaka öneririm. Şehrin bir diğer popüler yiyeceği ise konserve balıkları. Konservelere konulmuş sardalyalar için özel dükkanlar var. Bunların en meşhurlarından biri “O Mundo Fantastico das Conservas Portuguesas” . Konserveler ile bir masal diyarı oluşturmuşlar resmen. Fakat bizim paraya çevirince aşırı pahalı tuttuğu için ve konserve ürün tüketmeyi tercih etmediğimden dolayı bunu tatmadım.


O MUNDO FANTASTICO DAS CONSERVAS PORTUGUESAS

Akşam yemeğim için Alfama bölgesine geçtim. Neden? Tabii ki Fado için. UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirasları içine alınan Fado kısaca Portekiz geleneksel müziği olarak tanımlanabilir. Fado, keder anlamına geliyor ve ortaya çıkışı konusunda çeşitli rivayetler var. Benim en mantıklı bulduğum ve hoşlandığım ise kadınların kocalarını denize yollarken duydukları kederi anlattığı. Fado söyleyene Fadista deniyor. Lizbon Fadosu’nda erkek veya kadın söleyebiliyor. Ben de sesi ilk duyduğum yere yerleştim. Kadın erkek sırayla çıkıp söylediler. Gerçekten etkili, kalın ve enerji dolu bir sesle söylüyorlardı. Fado’nun yanına da yine Bacalhau söyledim. Buradaki Bacalhau’m favorim oldu:Bacalhau à Brás (10€) Rendelenmiş patates, yumurta ve parça parça edilmiş Bacalhau'yu beraber pişirip tuzlu pasta yapmışlardı. Yumurtalı patatesin güzelliğine balık da eklenince bitmesini istemediğim bir yemeğe dönüşmüştü. Müziğin ve yemeğin tadını çıkara çıkara şehir merkezine indim. Bu sefer yine bir Bacalhau ama bu Pastel de Bacalhau (4€).Bu, patates görünümlü ama aslında içi peynir dolgulu bir Bacalhau püresi kızartması olarak tanımlanabilir. En meşhur yerlerinden biri Casa Portuguesa do Pastel de Bacalhau sadece bunun satışını yapıyor. Kokusu biraz ağır ama içindeki peynirin hafif keskinliği, ısırdıkça akması ve balıkla olan tat uyumu mükemmeldi.

PASTEL DE BACALHAU

Şehirde tatlı yenebilecek en iyi mekanlardan birisi ise Alcoa adlı pastane. Burada her şey genel olarak badem ağırlıklı ve yine birçok turuncu ürün var, yumurtalı diye tanıtıyorlar. Ben ise hakkımı ödüllü tatlılarından yana kullandım: Coroa da Abadessa. İçi badem dolgulu ve balkabaklı, dışı kıtır ve ballı oldukça leziz bir tatlıydı. Yanlış hatırlamıyorsam 5€ civarındaydı ki bence parası değiyordu. Küçük porsiyonu ile de baymıyordu.

COROA DA ABADESSA

Mutlaka uğranılması gereken mekan zaten tüm blogerların önerdiği “Café a Brasileira”ya giderken dikkati çekecektir. Ünlü Portekizli şair ve ressam Fernando Pessoa’nın en sevdiği kafe olan mekanda heykeli de bulunuyor. Biraz tarihi biraz da Pessoa’nın etkisiyle tıklım tıklım kalabalık. Üstelik dışarıda oturanla içeride oturandan farklı ücretler de alınıyor. Çok popüler olan mekanların iticiliği daha oturmadan belli oluyor.

Orada bir kahve yerine birçok köşede karşıma çıkan Ginginha’dan içmeyi tercih ettim. Ginginha bir vişne likörü ve zamanında Sao Domingo adlı bir kilisenin din görevlisi tarafından bulunmuş. Bunu tatmak için tercihim Ginginha do Carmo oldu. 1 küçük bardak 1€, eğer ki bardak çikolatadan olsun diyorsak 1,65€. Çikolatalı denedim gayet lezzetliydi. Benim gibi aşırı alkol tüketemeyen biri için de alkol oranı ve porsiyon miktarı idealdi. Ama dikkat! Çok içmek çarpabiliyormuş, benim bu yazıyı yazdığım günlerde ölen Antony Bourdain bu likörle bayağı kafayı bulmuş zamanında.

GINGINHA DO CARMO

Lizbon’a izimi bırakmak üzere sprey boya aldım ve akşam sokağa çıktım. Sprey boyalar 3€, en ucuz yemek Bifana da 3€. Türkiye’de Euro’nun iyice artmasıyla 22 TL oldu bir tüp, iki yemek yenilebilir bir fiyat. Sprey boyalarda en iyi markalardan biri Montana. Lizbon’da Montana aynı zamanda bir kafe olan dükkan açmış. Henüz elim Graffiti’ye pek alışkın değil daha yeni yeni öğreniyorum diye Türkiye’den hazırladığım Stencil’imi götürmüştüm. Stencil, bir kalıp; ben mukavvadan yapıyorum NCAISME yazıyorum. Tüm akşam her yere yazdım, bazen de Fransa’nın şarkısını desteklemek üzere Mercy de yazdım. Sokakta birçok insanla

tanıştım, her yer Graffiti için çok rahat, gizli yapmaya bile gerek yok. Özellikle Alfama bölgesinde bazı sokaklarda sprey sıkmak için yer bile yok. Eğlenceli gecemin devamında pembe ellerimle EuroClub’a geçtim.

nca.art

Perşembe günü gezmeye devam, akşamında 2. Yarıfinal. Öncelikle biraz mantar alışverişi. Mantar için doğru adres Ramiro’nun orada. The Cork diye bir marka ve bir sürü şubesi var ama oradaki şubesi fabrika satış mağazası gibi daha ucuz. Bir de mantar cüzdan aldım, en güzel cüzdan modelleri ise Aziz George Kalesi’nin orada.

THE CORK - MANTAR ÜRÜNLER

Ne yesem diye dolanırken Lizbon'da yediğim en güzel ve belki de en uydurma yemeği yedim: Francesinha. "Küçük Fransız" anlamına gelen yemeğin değişik bir hikayesi de var. Napolyon'un Portekiz'i işgali sırasında Fransız askerlerin ekmeğin içine ne bulurlarsa koyup yemeleri Portekizliler'in ilgisini çok çekmiş. Portekiz'e bu lezzeti Fransız göçmeni Daniel David Silva getirmiş, yemek Porto şehri ile bütünleşmiş. Silva, Fransızlar'ın meşhur yemeği Croque Monsieur'nün bir benzerini yaratmak istemiş ama Portekiz'in iklimine, insanına, kültürüne uygun olarak. İki dilim ekmeğin arasına jambon, biftek, sosis; üzerine peynir isteğe göre yumurta. Sosu ise Francesinha'yı ayrı yapıyor. Bira, et suyu, Porto şarabı, domates sosu, defne yaprağı ve piripiri dedikleri acı baharattan oluşan sosu yemeği hem ağırlaştırıyor hem de bir sandvicin ötesine taşıyor. Porsiyonu oldukça büyük, kat kat olduğu için yemesi zor. Kesilen parça ve yanında ikram edilen patatesler mutlaka sosa bandırılmalı. Porto'ya özgü olduğu için Lizbon'un her yerinde bulmak pek kolay değil. Ben Restaurante Grelha do Carmo'da yedim. Yanında da Portekiz'in meşhur Vinhe Verde yani yeşil şarabını içtim. Yeşil denmesinin sebebi henüz tam olgunlaşmadan tüketiliyor olması. Aynı zamanda birayı oluşturan fermentasyona uğradığı için hafif gazlı bir yapısı var. Yemek sonrası ikram edecekmiş gibi "Kahve alır mısınız?" gibi kazıklamaya rağmen güzel ve samimi bir hizmet vardı.

FRANCESHINA

Bir de üzerine geleneksel bir çorba içeyim dedim. Story adlı bir otelin restoranında Caldo Verde adlı çorba içtim. Hayatımda içtiğim en kötü çorbalardan biriydi. Kremalı bir suyun içinde yeşillikler ve kıyma parçaları. Önüme getirmeleri çok uzun sürünce acaba uydurma bir çorba mı yaptılar diye sormadım da değil. Sonra araştırdığım kadarıyla içindeki yeşillik Kale adlı bir karalahana çeşidiymiş. Ama gerçekten kötü bir çorbaydı, belki içtiğim yer kötüydü ama bu malzemelerle lezzetli bir şey nasıl yapılabilir ki?

Akşamına Eurovision. Portekiz en batıda olduğu için Eurovision 8’de başlıyor. Ülkemizde 10’da başlardı. Düzgün yer kapmak için 2 saat önce orda olmak gerekiyor.

Cuma günü 26 finalistin ve açılış gösterisinin provasını izledik. Kimsenin haberi olmayan bir şovun esprilerine kadar biliyor olmak biraz komik biraz da heyecan kaçırıcı aslında. Ama bunları canlı bir şekilde asıl gün izleyince de gürültüden çoğunun anlaşılmayacağına eminim. Ama sanatçılarla konuşurlarken bile esprilerin ve diyeceklerinin belli olması yarışmayı biraz yapmacıklaştırıyor. Doğallığı sağlamak bayağı önemli. Press olarak akreditasyon alanların Pigeon Hole denen bir hakları oluyor. Yani yarışmacıların promosyon ürünlerinin olduğu bir çanta veriliyor, CD’ler, broşürler, şarkıların olduğu “Official Programme” vb. Biz fanlara ise bunlar verilmiyor. Sadece Fransa’nın basın konferansında dağıttığı broşu vardı; o bile yeterdi. Fakat artan promosyon ürünlerinin son gün dağıtıyorlarmış. Kuyruğa girip 3 ürün alınabiliyor, ben de birçok kez kuyruğa girip ellerinde kalanlardan biraz olsun alabildim. Benim gibi bir toplayıcının eli boş dönmesi imkansızdır.

Ve Cumartesi! Büyük Final! Acaba Fransa mı İsrail mi yoksa Kıbrıs mı kazanacak? Çok heyecanlı! Basın merkezindeki oylamada birinci Fransa ikinci Kıbrıs gözüküyordu. Bahislerde ise Kıbrıs birinci İsrail ikinci. Önceki senelerin aksine kimse kimin kazanacağını net kestiremiyor. Güne marketten aldıklarımla yaptığım bir kahvaltıyla başladım.

MARKET KAHVALTISI

Marketlerdeki fırın bölümlerinde alınan ürünün fiyatı üzerine yapıştırılırken aynı zamanda içerisindeki tüm maddelerin de yapıştırılması çok hoşuma gitti. Aslında yediğime pişman etti desek daha iyi olur. Ucuz kahvaltı yapayım diye aldığım hamurişlerinin hepsinde koruyucular, E’li maddeler vardı ama olsun, saldım sonuçta. Marketin fırın bölümünden Pastel de Nata, Croissant ve Empada da Galinha aldım. Empada muffin kalıbı gibi bir kalıpta kalın bir hamurdan yapılmış içi tavuk dolu bir yiyecekti. Hindilisi ve otlusu da vardı. Hafif börek havasında ama kalın hamurlu bir yiyecekti. Marketlerde ayrıca bizdeki meze bölümü gibi olan yemek bölümleri vardı. Sıcak ve soğuk yemekler, ayrıca pişmiş tavuk ve domuz parçaları satılıyordu. Ben de yemyeşil rengi ile ilgimi çeken Esparregado aldım. Ispanak püresiymiş, ekmeksiz yenmez ama mide bulandırabilir. Gittiğim her yerde mutlaka peynir tadarım. Asıl merak ettiğim peynirler büyük ve pahalı olduğu için tadamadım. Ama küçük boyutta olan Queija da Vaca e Ovelha Curado aldım. Queija peynir demek, Ovelha Curado da yarı olgunlaşmış. Fena değildi, domatesle yakışıyordu. Hafif ekşimsi çok hafif sert bir tadı vardı. Marketlerde ayrıca sebze bölümü ilgi çekici. Füze şeklinde olan ve kıvırcık yapraklı olan lahana çeşitleri var; ayrıca bir Afrika kök sebzesi olan Manyok da oldukça yaygın. Okyanus ülkesi olduğu için de özellikle dondurulmuş deniz ürünleri bölmesi oldukça büyük.

MARKETTE BACALHAULAR

Tıpkı bizdeki gibi Portekiz’de de zeytin yetiştiriciliği yapılıyor. Zeytinyağı’nı merak ediyorum diyenlere OliStore ücretsiz zeytinyağı tadımları yapıyor. 5 civarında dilde konuşabilen kadın istediğiniz dilde yapıyor tadımı. Zaten Fransız turist oranı oldukça yüksek, neredeyse herkes Fransızca konuşabiliyor. Zeytinyağları organik sertifikalı ve soğuk sıkım. Tabii ki daha büyük çapta kullanımlar için daha ucuz ve normal sıkımda olanları da mevcut. Bizdeki gibi kahvaltıda zeytin yeme kültürü olmadığı için zeytin tadımı yapmıyorlar. Zeytinyağlarının güneyden kuzeye gittikçe daha kaliteli olduğunu söyleyen kadın önce yağı koklatıp ardından içmemi istedi. Bazısı yumuşak bir tada sahipken bazısı içtikten birkaç saniye sonra boğazı yakıyordu. Aromalı zeytinyağları oldukça güzeldi. Aromaları ya sıkılırken katmak istedikleri aroma ile örneğin limon ile birlikte sıkıyorlarmış ya da zeytinyağı hazırlandıktan sonra yağın içine o maddeyi katıyorlarmış. Sarımsaklı, limonlu, karışık otlu ve acılı gibi çeşitleri çok güzeldi. El bagajı için gerekli sıvı ölçülerine uygun şişe de üretmişler. Ama zeytinyağımızı kendimiz ürettiğimiz için almaya değer görmedim. Ama denemeyi seven insanlar için mutlaka gidilmesi gereken bir mekan.

OLISTORE

Şehirde son turlarımı da yapıp büyük finale geçtim. Çok heyecanlı bir yarışma oldu, özellikle oylama çok enteresandı. Önce açıklanan jüri oylarında ilk 3 Avusturya, İsveç, İsrail iken televoting yani halk oyları açıklandığında ilk üç sıralaması İsrail, Kıbrıs ve Avusturya şeklinde değişti. Son provaları ve şovu ile bahislerde ilk sıralamayı alan Kıbrıs ilk birinciliğini bu yıl da alamadı. Birinci olan İsrail'in temsilcisi Netta, Toy isimli şarkısı ile sosyal eşitliğin ve kadın gücünü ortaya çıkarmayı,başkasının "oyuncağı" olmamaları için insanları harekete geçirmeye çalışıyordu. Açıkçası Kıbrıs’ın kazanmasından daha mutlu etti beni. Tek sorun politik açıdan sorunlu bir bölgede olması. Umarım seneye İsrail’de olacağım ama!

EUROVISION FİNALİ İÇİN GELEN SEYİRCİLER

VE KAZANAN NETTA!

Ve Portekiz’de son günüm. Lizbon’a en yakın şehir olan Sintra’ya yolculuğum. Sintra’ya Restaurodes adlı metro istasyonundan kalkan trenle yaklaşık 45 dakikada gidilebiliyor. Sintra’ya iner inmez Cabo de Roca’ya giden otobüse. 5€ civarında para ödeyerek atladım. Avrupa'nın en batı noktası "Cabo de Roca", Portekiz'in Sintra şehrine bağlı, falezli yapısıyla Atlas Okyanusu'na bakan oldukça rüzgarlı bir alan. Kelime anlamı olarak "Kayalık Burun" anlamına gelen alanda üzerinde haç bulunan bir yazıt bulunuyor. Yazıtta ünlü Portekizli şairin sözü yazıyordu:

Aqui... Onde a terra se acaba

E o mar começa

Yani:

Burada...

Karanın bittiği

Ve denizin başladığı yerde

CABO DE ROCA

Çok soğuk bir bölgeydi oradan tekrar otobüse atlayıp Sintra’ya döndüm. Plajı ile ünlü Cascais’e de giden otobüsler kalkıyor. Ama Lizbon’da bile ulaşım bu kadar pahalı değilken burada insanı kazıklamaya çalıştıklarını düşünüyor insan, çünkü başka bir alternatif yok.

Sintra UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiş özellikle mimarisi farklı evleriyle bir masal kenti gibi. Tepelik bir alana kurulmuş şehirde gezilecek oldukça fazla yer var, ama ben hem maddi açıdan hem de zaman bakımından kısıtlı olmam gerektiği için Pena Sarayı’na gitmeye karar verdim. Pena Sarayı mimarisi, bulunduğu ortam nedeniyle mutlaka görülmesi gereken bir yer. En başta manastır olan yapı 1755 Büyük Lizbon Depremi ile harabeye dönüşmüş, 1838 yılında, Kral Ferdinand II burayı yeniden düzenlemiş ve Portekiz Kraliyet ailesi için bir yazlık saraya dönüştürmüş. Unesco Dünya Mirası listesinde olan yapıda Manuelin tarzını görmek mümkün. Manuelin tarzı özellikle İber Yarımadası`nda, deniz aşırı keşiflerden etkilenerek Gotik ve Rönesans tarzlarının karışmasıyla oluşan bir akım. Bu akım mimaride kendini genel olarak aşırı süslü, kıvrımlı, deniz canlıları ve diğer hayvanların dekoratif bir şekilde kullanıldığı kolon, sütun, tavan süslemeleri ile kendini belli ediyor. Saray oldukça büyük bir parkın içinde bulunuyor. Park ve sarayı birlikte gezmek için 14€ ödemek gerekiyor. Sarayın iç kısmında dönemin eşyalarını, odalarını, banyolarını, yemek salonlarını ve ince işçilikli tavan ve duvarları görmek mümkün. Park için kralın dikilecek ağaçları uzak sömürgelerden getirttiği söyleniyor. Kuzey Amerika Sekoyası, Çin Ginkgo Ağacı, Japon Kriptomeryası bunların sadece birkaçı. Lizbon'dan Sintra'ya gelmek için 40 dakikalık bir tren yolculuğu yapmak gerekiyor. Sintra'nın en yüksek ikinci tepesinde bulunan saraya yürüyerek tırmanmak ise yaklaşık 45 dakika alıyor ve fit değilseniz oldukça yorucu olabilir. Tabii saraya giden otobüsler ve Mısır’daki gibi iki kişi taşıyabilen Tuktuklar var. Ama gayet kazıklar. Para vermem yürürüm moduyla başladım tırmanmaya. Bir anda yanlış yola sapınca sarayın duvarlarının kenarındaki ormanlık alanın içinde kaybolmuş buldum kendimi. Serin havadan dolayı ceketsiz üşüdüğüm ceketli piştiğim bir havada iyice yoruldum ama sonuç olarak vardığım yeri görünce her şeyin değdiğini düşündüm. Pena’nın tam karşısında bir de surlarla çevrili bir kale var. Oraya ek olarak para vermek istemedim. Çünkü Pena’nın ihtişamı yanında beni etkilemeyeceğini biliyordum.



PENA SARAYI

Sintra şehir merkezinde de oldukça yenilecek şey var. Ama hepsi hamurişi. Fabrica das Verdadeiras Queijadas da Sapa’da Sintra’nın meşhur Queijadas da Sintra’sı 0,85€’ya yenebilir. Dışı sert bir kabuktan içi peynirli yumuşacık olan bu tatlı gayet lezzetli. Bir diğer lezzet de Kat Kat Tat adlı aburcuburun orijinal hali olarak tanımlayabileceğimiz Travesseiros. Kat kat milföyün üzerine şeker atılmış, çok beğenmedim. Sintra’nın en iyi pastanesi ise Piriquita. Orada Pasteis de Cruz Alta aldım. Sintra’nın en yüksek tepesinden adını alan tatlının içinde fasulye, badem ve yumurta bulunuyor. Fasulyenin hiçbir etkisini hissedemedim ama kötü de değildi.

QUEIJADAS DA SINTRA

TRAVESSEIROS

PASTEIS DE CRUZ ALTA

Sintra’dan trene tekrar atlayıp Lizbon’a döndüm. Evden bavulumu alıp doğruca havalimanına. Saat 5’teki uçağım için havalimanında sabahladım. İstanbul için önce Frankfurt’ta bir gün geçirdim. Detaylar Frankfurt yazımda. Genel olarak Lizbon gayet zevkliydi, bir daha mutlaka Eurovision’a gitme kararı verdim. Eurovision ortamı şehri canlandırmıştı; her yerde benim gibi Eurovision fanlarının olduğunu görmek hoştu. Uzun zaman sonra ilk kez bir yere sadece yiyip gezmek üzerine gitmemiştim; bu da güzeldi.

Dolu dolu 10 gün oldu, biraz uykusuz. İsrail’de görüşmek üzere!

LİZBON



bottom of page