9 Ocak 2018
Eylül ile kış tatilinde nereye gitsek diye konuşurken Pegasus'un CyberMonday indirimi bitmeden hızlı bir kararla Urfa ve Mardin'e bilet aldık. Lezzet diyarı Güneydoğu Anadolu'ya yolculuğumuz 9 Ocak'ta idi. Sabiha Gökçen’den sabah 6’da kalkan uçak ile yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğumuz sonrası Şanlıurfa GAP Havalimanı’nda idik. Havalimanı resmen ovanın ortasına yapılmış. Havalimanından kalkan Havaş ile yarım saat süre bir yolculuk sonrası Haliliye Belediyesi önünde indik. En ekonomik ve güvenilir yer olarak öğretmenevini seçmiştik kalmak için. Türkiye’de hostel kültürü gelişmemiş olsa da öğretmenevlerindeki paylaşımlı odalar ile hostel benzeri bir yapı görüyoruz. 4 kişilik odada yanına kimin geleceği belli değil; bazıları korkabilir ancak özellik Kafkas ülkeleri seyahatim sonrası ben hiçbir endişe yaşamıyorum. Geceliği 50 TL olan odalarımızın ücretini ödeyip doğruca şehre, kahvaltıya. Öğretmenevi önünden geçen otobüslerden şehre ulaşmak için iki seçenek var: Ya Toplama Yeri’ne giden ya da Topçu Meydanı’nda duran. Toplama Yeri, Urfa’nın en önemli merkezi diyebilirim, ulaşımın çözüm noktası. Eğer kaybolursanız Toplama Yeri’ne gidip doğru otobüsü bulabilirsiniz. Toplama yerinden 62 numaralı otobüs ile eski şehrin olduğu bölgede istediğiniz durakta inebilirsiniz. Urfa’da bazı bölgelerde toplu taşıma için özel ayrılmış yollar var, eski şehir bölgesinde de zaten yalnızca 62 numaralı otobüs gidip geliyor.
Kahvaltıcıların olduğu mevkiye Köprübaşı deniyor, buraya ulaşmak için Topçu Meydanı’ndan 5 dakika yürünebilir. Bizim Urfa’da ilk lezzet durağımız kahvaltısıyla meşhur olan Köprübaşı Kahvaltı Salonu. 2 kişilik kahvaltı istedik ve ortaya bir tabak dolusu bal kaymak, omlet, bol salçalı lorlu yumurta, domates, salatalık, Urfa peynirleri, bir kase yoğurt, zeytin, közlenmiş biber ve sıcacık pideler… Kaymak, alışık olduğuma göre biraz farklıydı, krema gibi sürülebilir değildi. Sanki ince kaymak katmanları üst üste dizilmiş gibiydi. Peynirler de açıkçası çok hoşuma gitmedi. Yumru veya örgü şeklindeki peynirler oldukça tuzluydu, zaten bazıları da suda bekletilip sunuluyordu. Aralarından çörek otlu olanı tercihimdir. Salçalı yumurtası ise çok hoştu. Urfa salçasından herhalde yoğun bir tadı vardı. Kahvaltıda yoğurt yemeye alışık değilizdir ama bu uygulama da sağlık açısından çok hoşuma gitti. Sıcak pidelerin sırrı da hemen yanında fırının bulunuyor olması. Bölgedeki diğer kahvaltıcılardan kendini ayıran yanı da bu diyebilirim. Üstelik en ucuzu da burası. İki kişilik kahvaltımıza toplamda 25 TL ödedik. Vitrindeki kaymak tepesine, peynirlerde aklımız kalarak eski şehrin merkezine doğru ilerledik.
Urfa’nın en güzel yanı eski şehir bölgesinde esnafın hala şehri yaşatıyor olması. Şehirde o kadar çok iç içe çarşı var ki teker teker anlatamayacağım. Bir ara sokaktan girince biri birini kovalıyor zaten labirent gibi. Tabi öncesinde Ulu Cami’ye uğramakta fayda var. Zamanında Kızıl Kilise adlı eski bir kilisenin bulunduğu alandaki caminin 12. yüzyılda yapıldığı düşünülüyor. Cumhuriyet döneminde eklenen saat ile kule havasına bürünen minaresi de zamanında kilisenin çan kulesi imiş. Her şehir bir Ulu Cami’ye sahip, bu en sevdiğim ululardan diyebilirim.
Gelelim çarşılara… Şöyle bir çarşı adlarını yazayım, gezerken görünce “Aa, bu da burdaymış!” diyebilsin gezenler: Kazaz Çarşısı, Sipahi Çarşısı, Kuyumcu Çarşısı, İsotçu Çarşısı, Hüseyniye Çarşısı, Eskici Çarşısı… Ve bir de hanlar: Gümrük Han, Hacı Kamil Han, Barutçu Han, Kumluhayat Han, Samsat Kapısı Han, Millet Han, Topçu Han…
Hayatımda bu kadar kuyumcuyu bir arada görmüş müyümdür bilmiyorum. Cadde üzeri ayrı, çarşı içi ayrı, yan yana onlarca kuyumcu. Ve iki üç tane ayrı kuyumcular bölgesi. Kaçak tütün satıcıları, bakırcılar, isotçular, salçacılar, kaçak çaycılar derken kendimizi Gümrük Han’da bulduk. Hanlar arasında en gidilmesi gerekeni burası diyebiliriz. Hem turistik hem de yerel halkın buluşma noktası. Girdiğimiz anda hanın avlusundaki kafeler bizi kendine çekmeye çalışıyor. Biz de rastgele birine oturduk. Bölgenin kahvelerinden Menengiç kahvesi söyledik. Aklımızda Mırra da vardı ki çocuk zaten onu ikram edeceğini söyledi. Menengiç kahvesi, aslında kahve çekirdeğinden üretilmiyor. Çitlembik denen yabani bir fıstık türünün çekirdeklerinin kavrulup macun kıvamına gelene kadar ezildikten sonra süt ile pişirilmesi ile oluşan sıcak bir içecek. Ben ilk kez Gaziantep’te Tahmis Kahvesi’nde içmiştim. Urfa’dakinin farkı ise üzerine bir tabaka fıstık serpmiş olmalarıydı. Bu fıstık, Antep’ten daha çok fıstığı yiyeceğimin habercisiydi belki de. Kahvelerimiz biter bitmez Mırra geldi. Mırra özellikle Mardin ve Urfa civarında tüketilen acı bir kahve çeşidi. Bu acılık kahvenin birkaç kez kaynatılmasından geliyor. Zaten “Mur” kelimesi de Arapça acı anlamına geliyormuş. Günümüzde tıpkı Nescafe gibi hızlıca yapılan versiyonu çıkarılmış olsa da Mardin’deki bir kahveciye sorduğumda bu kahvenin aslında genel olarak cenazelerde yapıldığını, hazırlama sürecinde de birçok kez kaynatıp dinlendirdikten sonra bez ile kahvenin posasının ayrılması gerekliliğinden artık gerçeğini bulmamızın zor olduğu cevabı aldım. Aslında bu işlemi yapıp şişelerde saklıyorlarmış, daha sonra ısıtıp ikram ediyorlarmış. Ama demişti ki Urfa’da daha iyisini bulmamız daha olası. Mırra’nın en güzel yanı içerisindeki kakule aroması. Kakulenin ne olduğunu bilmeyenlere de o tadı anlatmanın en güzel yolu Mırra içermek diyebilirim. Mırra içen kişiye hatırlatmam gereken bir gelenekleri var. Mırra içen kişi bardağını masaya bırakmamalı. Eylül bunu bilmiyordu ki bırakır bırakmaz çocuk yanımızda belirdi. Bardağı bırakan cezalardan ceza beğenmeliydi. Ya mırracı çocuğu evlendirecek, ya fincanı altın ile dolduracak ya da bahşiş bırakacaktı. E bizim de gücümüz bahşiş bırakmaya yetti. Başta Mırra’nın ikram edileceğini söylemesinin de sebebi belli oldu.
Gümrük Han’dan çıkıp dar sokaklarda kaybolurken bir anda kendimizi Dergah Camii’nin avlusunda bulduk. Burası bence Urfa’nın en güzel camisi.Bir diğer adı da Mevlid-i Halil olan camiye bu ad Hz. İbrahim’in hemen bu caminin yanı başındaki mağarada doğmuş olmasından ötürü verilmiş. Önceleri putperest tapınağı olan alana, Yahudi havrası, ardından Urfa Ayasofyası denen bir kilise en son da 16. yüzyılda bir cami inşa edilmiş. Camii mağara tarafına yapılmış küçük minaresi ile dikkat çekiyor. Çünkü bu minare dışında uzun 2 minaresi daha var. Camii kadın, erkek tüm halkın uğrak noktası. Günün her saati avlusunda veya içerisinde bir insan akışı görmek mümkün.
Dergah Camii’nin biraz ilerisinde meşhur Balıklı Göl yer alıyor. Urfa'nın en meşhur turistik mekanı Balıklıgöl'ün hikayesi, peygamberler şehri olarak anılan kentte Hz. İbrahim ve Nemrut'un kavgasına dayanıyor. Urfa kalesinin eteklerinde doğup büyüyen Hz. İbrahim'i dönemin yöneticisi Nemrut çocuğu olarak kabul etmiş. Fakat Hz. İbrahim, o dönemde putlara tapılmasına karşıymış. Bir gün tüm putları baltayla parçalamış, baltayı da en büyük puta asmış. Hz.İbrahim: “Görüyorsunuz ya işte balta büyük putun omuzunda. Balta kimdeyse bu işi o yapmıştır.” demiş. Öfkelenen Nemrut: “Bir taş parçası baltayı eline alıp bu işi nasıl yapar?” diye sinirlenince Hz. İbrahim: “İşte benim anlatmak istediğim de bu. Siz kendi ellerinizle yaptığınız bu taş parçalarından medet umuyor, sizi kötülüklerden korumasını bekliyorsunuz. Tanrı diye ona tapıyor, adak adıyor, başınız daralınca ona koşuyorsunuz. Bu gerçekten tanrı ise neden diğerlerini kırmasın!" demiş. Şu an gölün bulunduğu yere odunlar yığılmış ve ateş yakılmış. Hz. İbrahim tam ateşe atıldığında burada bir göl oluşmuş. Hz İbrahim ateşe atıldıktan sonra, Nemrut'un kızı Zeliha da Hz. İbrahim'i çok sevdiğinden onun ateşe atılmasına dayanamamış, o da kendisini ateşe atmış. Zeliha'nın düştüğü yerde de bir göl oluşmuş. Buraya da Ayn Zeliha adı verilmiş.
Saatin 2’ye yaklaştığını görerek doğruca en yakın duraktan 62 numaralı otobüse atlıyoruz. Toplama Yeri’nin yakınındaki Havaş durağından Göbeklitepe’ye giden otobüse biniyoruz. Göbeklitepe otobüs ücreti 5 TL. Şehir içi otobüslerde kartımız olmadığı için 2,5 TL alıyorlar, eğer orta boy otobüslere binerseniz öğrenci olduğunuzu söylemekte fayda var, büyük bir kısmı 1,25 TL alıyor.
Göbeklitepe, şehir merkezinden yaklaşık 20 dakika uzaklıkta bulunuyor. Otobüsün indirdiği yerde bilet alınıyor ardından tepeye çıkmak için bir servis geliyor. Tepe oldukça rüzgarlıydı. Meşhur kazı bölgesini dalga biçimli bir çatıyla örtmüşlerdi. Göbeklitepe, tarihi yeniden şekillendiren bir yer; yüzlerce yıldır kabul edilen bazı bilgileri değiştirdi. Aslında buranın keşfi 1963 yılı ancak kazılar 1995 yılında başlamış. Burası bir yerleşim yeri değil, dinsel amaçlar için kullanılmış bir alan. Bu yönüyle yalnızca dünyanın en eski değil, aynı zamanda en büyük tapınma merkezi olarak kabul ediliyormuş. Alandaki T biçimli kaya sütunlar dikkati çekiyor. Boyları 6 metreyi bulan bu sütunların üzerinde tarımın başladığı Neolitik Çağ zamanına dayanan hayvan resimleri bulunuyor. Yani sanatın da ilk örnekleri burada diyebiliriz.
Saat 4’teki dönüş servisine atlayıp doğruca ciğere. Ciğercilerin en meşhurlarından biri Ciğerci Aziz. Çarşıların hemen yanında, iskemlede küçük masalarda ciğer yenilebilecek samimi bir ortam. Sizi kızlı erkekli görüp aile salonuna almamalarına dikkat edin. Ocağın kenarında halkla birlikte yiyin derim. Masaların üzerindeki sepetlerde bir yığın mor soğan, bir tabakta tuz ve sumak (elle koyuluyor) bulunuyor. Yürek, ciğer karışık siparişimizi verince ortaya nane, dilimlenmiş sumaklı soğan ve közlenmiş biber geldi. Önümüzdeki kesme tahtasında değişik bıçaklar ile sepetteki soğanlardan da kesebiliriz isteyen ama ben rezil olmamak için buna girişmedim. Ciğerler oldukça lezzetliydi, yürekler de yumuşacık. Açıkçası Urfa’da ciğer “mükemmel” dedirtmedi bana . Porsiyonu 18 TL olması sevindirdi ama.
Sanki daha yeni ciğer yememişçesine çarşı da bir anda karşımızda bir fırın belirdi. Üzerinde “Lahmacun 1,250” yazıyordu. Ucuz ve sokak lezzetleri benden kaçmaz. Hemen bir lahmacun söyledik. O sırada onlarca tırnaklı pide hamuru açıldı, tırnaklandı, fırına verildi, sıcak sıcak çıktı. Kimisi geldi 8-10 tane aldı kimisi geldi yarım alıp ısıra ısıra gitti. 5 dakika sonra bizim de lahmacunumuz çıktı. Hemen Dergah Camii’nin avlusuna koştuk, sıcak sıcak yedik. Maydanozsuz, bol soğanlı, az kıymalı ama mükemmel bir lahmacundu. Tabi acısı da fazlaydı.
Urfa’ya gelmişken mutlaka tadılması gereken lezzetlerin başında geliyor.
Urfa’nın modern tatlısı Kadlava’dan da bahsetmeden olmaz. Kadlavacı adlı bir sürü şubesi olan markanın özel üretimi olan bu tatlı kadayıf ve baklavanın bir karışımı. Altı çıtır kadayıf, ortası kaymak, fıstık üzerinde çıtır çıtır yufkalar. Bir porsiyon tadılmasını tavsiye ederim.
Hava kararmaya başladı, saat 19.30-20.00 arası Sıra Geceleri başlıyor. Biz de nereye gitsek bir türlü karar veremedik. En pahalı sıra gecesi Cevahir Han’da, yemeklisi 100 küsur lira. Balıklı Göl’ün hemen üst tarafında bulunan Çardaklı Köşk’te de yemekli 65 TL, yemeksiz 45 TL. Aslında buraya gitmek istiyorduk ancak internetteki yorumlara aldanıp Yıldız Sarayı Konukevi’nde yemeklisi 70 TL olan sıra gecesine gittik. Hem turist sezonu olmadığı için hem de iki kişi olduğumuz için açıkçası çok eğlenceli geçmedi. En azından yeni nişanlı bir çiftin aile ve arkadaşlarıyla eğlencesi vardı. Onlar oynadı, biz izledik. Açıkçası sıra geceleri çok endüstriyelleşmiş. Menüler sabit, sırasıyla önünüze geliyor, gelen yemeklerin hiçbir kalitesi yok. Güzel bir kebapçı mekanında sıra gecesi düzenlese çok daha iyi olur bence. Önümüze öncelikle yarım kase mercimek çorbası geldi. 70 TL’nin içinde o kalan yarımın olmaması çok iticiydi. Çorbanın yanına gelen lavaş ve pideler paketin içinde buz gibiydi. Kebaplarda Urfalı birinin utanacağı cinstendi. Her yerde bulabileceğimiz kalitedeydi, verdikleri fındık lahmacunda önceden pişirilip ısıtılarak verilmişti muhtemelen. Gecenin en hoş kısmı ise çiğköftenin yoğrulduğu zamandı. Bir adam yerde tepside çiğ köfteyi taze taze yoğurdu, aşırı acıydı ve bulgurlar kıtır kıtırdı. Doğrusu muhtemelen böyle olmamalı. Zaten çiğköfte tabakları hazırlanırken adamın tabakları yan yana dizip yeşillikleri çöp atar gibi tabaklara atması da bize sanki zorla hizmet ediyorlarmış izlenimi veriyordu. Çiğköftenin de ardından Şıllık tatlısı geldi. Şıllık Urfa’ya özgü şuruplu bir tatlı. Krep hamuru benzeri bir hamurun arasına fıstık veya ceviz kaymakla birlikte yerleştiriliyor, sonra rulo şekline sokulup şurup dolu bir tabağa yerleştiriliyor. Şimdiden söyleyeyim sıra gecesinde yediğimiz Şıllık tüm yediklerimizin en kötüsüydü. Açıkçası sıra gecesinde müziğe para veriliyor, o yüzden yemeksiz paketi almanızı öneririm.
Sıra Gecesi sonrası şehirde dolanırken fark ettik akşamları yalnızca tatlıcılar açık. Biz de en meşhur tatlıcılardan biri olan Badıllı Dedeoğlu’na gittik. Urfa’nın meşhur tatlısı Billuriye ve de künefe söyledik. Künefe önceden yapıldığı için iki tatlıyı da ısıtıp getirdiler önümüze. Künefe kötüydü ancak Billuriye oldukça lezzetliydi. Bol fıstıklı, kıtır kadayıflı güzel bir tatlıydı. Antep kadar fıstık Urfa’da da kullanılıyor doğrusu. O yüzden Antep’e gelmiş gibi fıstıklı lezzetlerin tadını çıkartmalı burada da.
2.GÜN
Günümüze yine Köprübaşı’nda kahvaltı ile başladık. Bu seferki durağımız Dilim Pastanesi oldu. Buradaki fıstıklı katmerler bizi çekti. Burası Köprübaşı Kahvaltı Salonu’na göre biraz daha pahalıydı ancak çeşit daha fazlaydı. Tabi fazlalık olan çeşitler de yenilesi şeyler değildi. Yanmış patlıcan kızartma, sürmelik çikolara, kızarmış patates, su böreği ve reçeller. Su böreği fena değildi. Diğer yumurta, pide, peynir ve zeytinler Köprübaşı Kahvaltı Salonu’nda daha uygun fiyata daha lezzetliydi. Buranın artısı olan katmer ise ek olarak söyleniyor. Tabii ki Antep’tekinin yanından geçemez ama yumuşak ve fena değildi. Toplamda 45 TL ödeyip Toplama Yeri’nden Otogar’a giden otobüse bindik. O anda hemen bir Urfa sokak simidi de kaptım. Kavrulmamış susamlı, hafif tatlı, yumuşacıktı. Gittiğim her şehirde mutlaka tadarım ve her şehrin simidi bir ayrıdır.
Urfa Otogarı’nın alt katı ilçeler için üst katı da şehirler arası otobüsler için ayrılmış. İstikametimiz Halfeti olduğu için alt kata gittik. Halfeti’ye 30-45 dakika aralıklarla otobüs kalkıyor, oradan da en geç 4’te Urfa’ya otobüs var. Biz de Halfeti’den Birecik’e geçip ordan Urfa’ya gelmeyi planladık. Birecik’ten son otobüs ise 8 civarında imiş. 2 saat civarında süren yolculuğumuz sonrası otobüs Yeni Halfeti’ye geldi, oradan da 5 dakika mesafedeki Eski Halfeti’ye götürdü bizi.
Antep ve Urfa’nın ortak turizm merkezi haline gelmiş Halfeti’nin bu kadar dikkat çekmesinin sebebi Birecik Barajı’nın yapılması sonucu baraj gölünün altında yerleşim yerlerinin kalması. Fırat Nehri’ne yapılan bu barajın batısı Antep, doğusu Urfa. Eski Halfeti bu göl sonucu sahil kenarı bir kasabaya dönüşmüş. Sezon olmadığı için her taraf bomboş ve dükkanlar kapalıydı. Biz de tekne turuna nereden katılınıyor derken bir adamla karşılaştık. O da İstanbul’dan gelmiş. adı Oğuz imiş, Antep’i geziyormuş. Tekne kalkması için en az 10 kişi gerektiğini söyleyince görevli biz de Oğuz ile takılmaya başladık. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra 15 kişi olduk ve kişi başı 20 TL ödeyerek turu başlattık. Yazın muhtemelen kalabalıktan aralıksız kalkıyor bu tekneler.
Vadiyi doldurmuş olan baraj gölünde tekneyle yol alırken öncelikle Eski Halfeti’nin muhteşem görüntüsüne tanık olduk. Eski taş evler, sütunlarının uçları sular altında kalmış cami ve kasabanın tepesine dikilmiş çirkin otel derken sol yanımızda Rumkale belirdi. Ardından da hepimizin fotoğraflarına aşina olduğu Savaşan Köyü. Hani suyun içerisinde bir minare vardır ya burası işte Halfeti Savaşan Köyü. Hayalet köy de diyorlar buraya, çünkü kimse yaşamıyor burada. Yalnızca köyün ucunda Yunus Dayı’nın Çay Bahçesi bulunuyor. Sanki espri olsun diye bir de tabela yapmışlar bu çaycıya, adrese de “Batık Cami’nin yanı” yazmışlar. 2000 yılında barajla birlikte buranın halkı tamamen yeni yerleşim yerine göçmüş, aslında turizm potansiyeli çok yüksek bir köy, yenilenip güzel mekanlar açılsa çok güzel olabilir. Yunus Dayı’nın eliyle bizi selamlaması sonrası köyün karşı tarafına açılmış olan diğer çay bahçesinde durakladı tekne. Oğuz ile birlikte birer çay içtik. Bu çay bahçesinin en absürt yanı kayalıktaki mağaraya merdiven ve aydınlatma yapılmış olmasıydı. İçimizi ısıtıp Halfeti’ye eşsiz manzara eşliğinde geri döndük.
Eski Halfeti’den yenisine ücretsiz belediye servisleri bulunuyor. Ancak ne zaman geçecekleri belli değil, gözü açık bir şekilde beklemek gerekiyor. Biz de Yeni Halfeti’ye geçip oradan atladık Birecik otobüsüne. Halfeti’den Birecik’e yolculuk yaklaşık 40 dakika sürüyor, ama Birecik’in meşhur kuşları Kelaynaklar’ı görmek isterseniz şoföre biner binmez söyleyip yol üzerinde inmeniz gerek.
Yıllarca ders kitaplarında gördüğümüz nesli tükenmekte olan kuşlarımız için Birecik'te 1977 yılında kurulmuş olan Kelaynak Üretme İstasyonu”nda şu an 273 kelaynak (Geronticus eremita) bulunmakta. Eskiden bu kuşlar Türkiye’den Kuzey Afrika’ya, Arap Yarımadası’ndan Fas’a kadar geniş bir bölgede ürerlermiş. Ancak 1990 yılında giden kuşların geri gelmemesi üzerine kuşlar üreme dönemleri hariç doğaya salınmamaya başlanmış. Üreme döneminde salınan kuşlar kafeslerinin hemen yanındaki kayalıklara yerleştirilmiş yuvalara yumurtlar ve yaklaşık 4 haftalarını kuluçkada geçirirlermiş. Bu dönem bitince tekrar kafeslerine alınıyorlarmış. Üreme zamanında salınmalarının sebebi ise o kayalıklardaki haşarat, mineraller ve bitkileri tüketmeden hayvanın üremeye hazır olmamasıymış. Normal dönemde de her gün yağsız kıyma, haşlanmış yumurta, havuç ve peynir ile besliyorlarmış. Oradaki görevli kuş bilimcisi Mustafa Çulcuoğlu, bize bu detayları anlattı, kendisini @kelaynakcimustafa Instagram hesabından takip edebilirsiniz.
Kelaynakları gördükten sonra Birecik şehir merkezine Fırat Nehri kenarından yürüye yürüye gittik. Nehrin üzerinde Urfa’yı Antep’e bağlayan bir köprü bulunmakta; nehrin kenarlarında yeşil alan projesi inşa halinde. Çok hoş bir sahil yapılıyor.
Birecik gelmişken yemeden dönülmemesi gereken bir lezzet var: Haşhaş Kebabı. Bunun için de en iyi adres Cevdet Usta’nın Yeri. Birecik’te 3 şubeleri varmış, kardeşler ayrı ayrı işletiyormuş. Benzinliğin karşısında olana gittik biz de. Haşhaş Kebabı adının aksine haşhaş içermiyor. Kuzuların karın boşluğundan elde edilen et zırhla çekilip içerisine kırmızı biber, sarımsak ve maydanoz karıştırılıyor. Ardından şişe geçirilip közde pişiriliyor. Burada patlıcan kebabı da çok iyiymiş, mevismi değildi. Bir de Kıyma Kebabı da denebilir, o da sade et ve yağdan yapılan bir kebap. Doğrusunu söylemek gerekirse çok iyiydi ve bir şiş daha söyledim. Porsiyonu 22 TL ve iki şiş getiriyorlar. Urfa’da yediğim en iyi kebap burada idi.
Aslında buralara gelmişken bir de Fırat Nehri’nden çıkan Şabut balığı yenmeli. Maalesef ki Oğuz bize yapıştığı için rahat hareket edemedik. 22 TL’lik kebabı 20 TL’ye indirmek için pazarlık yapan birine “Biz bir de balık yiyecektik.” demek biraz zor olurdu. Yani yolda karşıma çıkan insanlara gezmeyi severim ancak kendi görüşlerini bizim de kabul edeceğimizi düşünmesini istemem.
Birecik dolmuşu ile 1 buçuk saat süren yolculuğumuz sonrası Urfa’ya vardık. Gurmeliğe devam. Bu sefer Sembol Ocakbaşı’ndayız. Burası Terbiyesiz Tavuk ile meşhur. Normalde bir gün öncesinden terbiyelenen tavukların bir de sade terbiyesiz versiyonları var. Oldukça lezzetliler. Bir de yürek söylemiştik ki ikisini birden karıştırıp getirdiler önümüze. Etlerdense ikramlar çok iyiydi. Yoğurt ve buğdayla hazırlanan soğuk Lebeni, fındık lahmacun, közlenmiş biber, maydanoz, nane , salata ve 3 çeşit soğan. Sadece kesilmiş beyaz soğan, sumaklı soğan ve acı, tatlı, ekşi, tuzlu hislerini bir arada yaşatan soğanlı meze… Ek olarak söylediğimiz içli köfte de lezzetliydi, üzerine Antep fıstığı dökerek getirdiler. Böylesini Antep’te de görmemiştim. Ancak ne Urfa ne de Mardin beni içli köfte konusunda tatmin etmedi. Hala favorim İstanbul Sabırtaşı.
Etlerimizin üzerine tatlı yemek üzerine Hacı Baba’ya gittik. Burası dondurması, kadayıfı ve baklavası ile meşhur. Urfa gece hayatı tatlıcılarda, içerisi tıklım tıklımdı. Hemen bir Şıllık söyledik. Önceden pişirilmiş krep hamuruna bol fıstık, kaymak, üzerine sıcak şerbet. Sıra gecsinde yediğimizden sonra bu bol malzemeli ve çok iyiydi.
Hacı Baba’nın hemen yanında da Dondurmacı Zeki bulunuyor. Eylül’le önünden geçerken ikimizin gözü de oradaki baklavalarda kalmış meğer. Şıllık sonrası orada baklava yemeye gittik. Ama gitmez olaydık, çok kötüydü, ne malzemesi ne yufkaları ne de şurubu iyiydi. 1932’den beri hizmet veren bu tatlıcıyı tamamen kötülemek istemem, bir de dondurması denenmeli bence.
3.GÜN
Günlerden Harran! Harran’a toplu ulaşımla da gidilebilir ama çevresindeki yerlere rahat ulaşabilmek için araba kiraladık. Günlüğü 120 TL’ye Wincar’dan kiraladığımız arabayı görevli ayağımıza kadar getirdi. +30 TL ödeyerek kasko yaptırdık ve çarpmalara karşı kendimizi garantiye almış olduk. Hizmetlerini beğendiğim için herkese öneririm, büyük şirketlere kıyasla fiyatları oldukça uygundu.
Arabamızı alıp doğruca Mardin Müzesi’ne gittik. Biz asıl müze binasını atlayıp doğruca Haleplibahçe Mozaik Müzesi’ne girdik. Zamanında Haleplibahçe mevkii MS 5. yüzyılda Edessa antik kentinin önemli bir semtiymiş. Kentsel Tasarım Projesi kapsamında yapılan alt yapı çalışmaları sonucunda tesadüfen mozaiğe rastlanmış. Bunun sonucunda bölgede kazı çalışmaları yapılarak saray, hamam ve villa kalıntıları meydan çıkarılmış. Müzenin en önemli kalıntısı villanın tabanında bulunan Amazonlar mozaiği. Bu mozaiğin en önemli özelliği de Amazon tasvirlerinin isimleri ile birlikte verilmiş olması. Bu arada bilmeyenler için Amazonlar, Karadeniz başta olmak üzere Anadolu’da yaşadıkları düşünülen savaşçı bir kadın topluluğu, içlerine hiçbir erkek kabul etmiyorlar.
Harran’a geçmeden Urfa’dan ayrılmadan yapmamız gereken alışveriş için tekrar çarşıya daldık. Urfa’dan alınması gereken listemde kaçak çay, pul biber, salça, Urfa biberi ve patlıcanı tohumu yer alıyordu. Bu listeye sade yağ, kaçak tütün, fıstık da eklenebilir. Tohum için Dört Budak, sade yağ için şehrin tek sade yağcısı Mancı, diğerleri için de esnafla konuşun, çok yere sorun, sanırım biraz kazıklandık. Çünkü isotun ev yapımı, fabrikasyonu, daha az fabrikasyonu gibi çeşit çeşit versiyonu var. Kim güven veriyorsa ona gitmeli. Her gittiğim yerden mutlaka peynir almaya çalışırım, ancak Urfa’da çarşıda yalnızca bir peynirci vardı, orada da kahvaltılarda yediğimiz peynirler dışında çeşit yoktu. Antep ve Mardin’de aynı peynir yoksunluğu vardı. O kadar geniş mutfak kültürleri olan bu şehirlerdeki bu peynir eksiği niye?
Alışverişimizin üzerine bir de güzel tatlı yemeden yola çıkmadık. Hacı Abdurrahman Oğulları künefe ve kadayıflarını taze taze yapıyordu. Görüntünün güzelliğine dayanamadık, bir porsiyon çıtır çıtır künefemizi yedik. Antep'ten sonra yediğim en iyi künefeydi, Hatay'dan daha iyi yapıyorlar bu işi!
Atladık arabaya, dümdüz yolda, Harran Ovası’nın ortasında Harran’a, şoför Eylül, arabamız Nissan Micra. Tam pamuk toplama mevsimine denk gelmişiz, her taraf bembeyaz pamuk tarlası, bazısı toplanmış, bazısı toplanıyor, evlerin avlularında yığınlarca pamuk. Derken 45 dakikada Harran’a vardık. Harran, Urfa’nın Suriye sınırı yakınında bulunan bir ilçesi. Dünyanın ilk üniversitesi zamanında burada kurulmuş. Harran kelimesi Sümerce ve Akat dilinde “seyahat”,” kervan”; başka kaynaklara göre de “kesişen yollar” anlamına geliyormuş. Girdiğimiz anda sanki Türkiye dışında bir yere gelmiş gibi hissettim. Şöyle bir yeni şehir bölgesinde araba ile tur attık, Arapça tabelalar, Arap dönercileri, Suriye tatlıcıları, seyyar kuruyemiş ve meyve satıcıları… Harran Ören Yeri’nin kapısının önüne arabayı park edip ören yerine doğru yürümeye başladık. Ören yeri yemyeşil, kuzuların otladığı bir meraya dönüşmüş resmen. Alan küp şekline yakın taşlarla dolu. Bazı tarihçilere göre Hz.İbrahim, Filistin’e gitmeden önce burada yaşamış. Ören yerinde tepeye çıkınca uzun bir kule dikkati çekiyor. Bu Türkiye’de İslam mimarisinde yapılmış en eski cami olan Harran Ulu Cami’nin minaresi imiş. Minaresi dışındaki bölümlerinden pek bir şey kalmamış ne yazık ki. Bu cami 8. yüzyılda Emeviler döneminde yapılmış.
Caminin bulunduğu tepeden şehrin öbür tarafına bakınca resmen çok farklı yerde olduğumuz kesindi. Kümbet evler karşımızda duruyordu. Sanıyordum ki sadece bir örnek kalmıştır, meğer hala kullanılan birçok örneği duruyordu. Yaklaşık 200 yıldır kullanılan bu evlerin çatıları kubbemsi birçok minik tepecikten oluşuyor. Alt tarafı dörtgen olan çatının üzerine kümbet şeklinde tuğlalar döşenmiş, üzerleri de kerpiç ile kaplanmış. Sözde yazın serin kışın da sıcak tutuyormuş ortamı bu çatılar. Bir rivayete göre de bu kerpiç karışımı yapılırken gül suyu kullanılmış. O sebeple yağmur yağdığında gül suyu kokuyormuş. Gerçekten kokuyordu ama sonradan da sıkmış olabileceklerini düşündük. Bir iki kümbet ev, turizme kazandırılmış, ücretsiz bir şekilde içerisi gezilebiliyor; iç mekan da eski eşyalarla döşenmiş. Ama bu turistik olanların dışındakiler şu an ahır, kümes veya depo olarak kullanılıyor. Çatıların tepesindeki delikten de aşığın girmesi sağlanıyor, yağmur yağdığında bu delik kapatılıyormuş. Bu evlerin bir benzeri de İtalya’nın Alberobello kasabasında bulunuyormuş. Kümbet evleri, sokakları gezerken bir anda etrafımızı çocuklar sardı. Aralarında Arapça veya Kürtçe konuşuyorlar, biz turistler için bir anda Harran’ın tarihini Türkçe ezbere anlatmaya başlıyorlardı. Bu şekilde para kazanmaya alışmışlar, biz de yavaş ve kibarca reddettik çocukları.
Harran’dan sonra Bazda Mağaraları için yola koyulduk. Ama bu yıl biraz konforlu değil. Çamur, delik, deşik, harita ile uyuşmayan yollar derken zor da olsa vardık mağaralara. 5-10 hanenin olduğu bir köyün çocukları karşıladı bizi. Bizi konuşa konuşa onların oyun alanı haline gelmiş mağaralara götürdüler. Burası aslında bir taş ocağıymış ve büyük taş parçalarının kesilmesi sonucu büyük oyuklar meydan gelmiş. Hatta kayalara yazılmış Arapça kitabelerde bu taş ocağının 13. yüzyılda işletildiği anlaşılmaktaymış. Köyün birçok tarafında bu şekilde mağaralar oluşmuş. Bir tanesini ahır olarak kullanmaları çok komikti. Çocuklar yine kendi aralarında farklı bir dil konuşuyorlardı. Köy küçük olduğu için başka bir köyde servisle okula gidiyorlarmış. Bizi çok sevdiler, çok mutlu oldular. Yolumuz açık olsun diye arabamıza su da döktüler.
Mağaralardan sonraki yol en azından düzgündü, hızlıca Şuayb Antik Şehri’ne vardık. Burada Şuayb Peygamberin bir mağarayı bir ev ve ibadethane olarak kullandığı rivayet ediliyormuş. Yine burada Hz.Musa’nın asasını burada çobanlık yaparken, Hz.Şuayb’tan aldığı söyleniyormuş. Hz.Musa, buradan Tur Dağı’na çıkmış, ilk vahyini almış ve peygamber olarak görevlendirmiş. Yine burada da çocuklar etrafımızı sardı, bize antik kenti anlattılar, o cümleleri kim ezberletmiş bilmiyorum. Ders olsa bu kadar iyi ezberleyemezler.
Aslında Soğmatar Antik Şehri’ne de uğramak istiyordum ki Eylül’ün artık yorulduğunu ve biraz tedirgin olduğunu fark ettim. Telefonlarımızın şarjı bitmişti. Elimizdeki kalitesiz haritadan köyleri dolaşan yoldan gitme konusunda ikna ettim Eylül’ü. Açıkçası biraz tedirginlik verici bir yoldu. Tek şerit, kenarlarda kedi gözü yok, telefonlar kapalı, tabelalar çok nadir, köy denilen yerler köy gibi değil sanki kayalıkların üzerinde birkaç ev bir araya gelmiş. Tek Tek Dağları’nı aşmışız farkında olmadan. Çok büyük alanlar kat ettik ancak tarım yapılabilecek alan çok azdı, her yer kayalıktı. Köylerin nüfuslarının bu kadar az olması herhalde bu yüzdendi. Hava iyice kararmıştı, ikimiz de içten içe stresli iken birden Mardin-Urfa karayoluna çıktık ve “Duble Yol Medeniyettir!” dedik.
Doğruca yemeğe, araba da altımızda iken yeni şehir bölgesindeki Çulcuoğlu’na. Burası fiyatları sebebiyle biraz daha kalburüstü olarak görülüyormuş. Ancak fiyatlar bizim için gayet normaldi, mekandaki kitlede gayet ortalama insanlardı. Bir soğanlı, bir acılı kebap söyledik. Bildiğim kadarıyla acılı olunca Adana, acısız ise Urfa oluyordu. Garsona bunu sorduğumda Acılı Urfa’nın da olduğunu söyledi. Ardından önüme getirdiğinde “Adana kimindi?” dedi, o zaman biraz uydurduğunu anladım. Tabi yine de güzeldi. Bol yağlı, zırhta çekilmiş, güzel bir kebap ne kadar kötü olabilir ki. Soğanlıda da bol miktarda arpacık soğan közlenmiş bir şekilde geldi. Kebap parçaları da küçük küçüktü. Bol bir görüntüsü vardı, en sevidiğimden, aynı miktarda et olsa bile bol görüntü her zaman daya tatmin edicidir benim için. Burada da içli köfte ve lahmacun tattık, çok özel yanı yoktu. Enteresan bir şekilde burda bir tabak nar ekşisini kaşıkla getirdiler, neye dökmemiz gerekiyordu bilmiyorum ancak ekşi kaliteliydi. Ucuz, nar ekşili sos değildi.
Urfa’daki son tatlımız için Şanlı Miroğlu’na gittik. Urfa’da en güzel tatlı yenir sorusunun cevabı burası olmalı. Fıstık üzerine bir yer diyebilirim. Tarihi diğer tatlıcılara göre çok yeni. 1997’den bu işi yapıyorlar ancak içeride öyle bir trafik var ki. Trafik de orada yemek için değil, insanlar geliyor tepsi tepsi künefe, şıllık vb. alıp gidiyorlar. Billuriye, Havuç Dilimi, Fırın Kadayıfı, Şıllık ve Künefe yapıyorlar.
Biz de Fırın Kadayıfı ve Şıllık aldık. Bu kadayıf da Billuriye gibi ama içerisinde tane fıstıklar bulunuyor. Şıllık isterken adam fıstıklı mı cevizli mi olsun diye sordu. Meğerse orijinal Şıllık cevizli olurmuş. Önüme sıcacık, kaymağı hamurun içinde erimiş, bol cevizli, sıcak şuruplu bir Şıllık geldi. Mükemmeldi. Bu kadar güzel yeme kültürüne sahip bir şehirde Şıllık nasıl sevilebilir diye düşünürken böyle yapılırsa tabii ki sevilir cevabını verdim kendime.
4.GÜN
Mardin’e geçiş günümüz! Öncesinde çarşıda bir kahvaltı. Hiçbir seyahat bloggerının bahsetmediği ama benim gözüme kestirdiğim bir mekana, Gül Tirit’e gittik. 25 yılı aşkın süredir, Bedir Gül, sabahın erken saatlerinden itibaren tirit ve mercimek çorbası servisi yapıyormuş. Altında kare parçalar şeklinde kesilmiş lavaş ekmeği bulunan bakır tabakta kuzu eti ve sarımsaklı yoğurtla hazırlanan ve üzerine et suyu eklenen bir yemek tirit. Tabaklar, tiftilmiş kuzu eti ve lavaşlarla hazırlanmış bekliyor; üzerlerine koca kazandan sıcacık et suyu dökülüyor. Aynı et suyu ile hazırlanan mercimek çorbası da bir harika. Urfa’da özellikle kahvaltı için kaçırılmaması gereken bir mekan . Bedir Gül’ün oğlu şöyle diyor: “Babam emekli oldu, sonra burayı açtı, bırakacağı yok!” diyor. Bırakmasın da bence, böyle çalışkan insanlara ve güzel lezzetlere ihtiyacımız var.
Mardin otogarına gitmeden önce bir de Urfa Mutfak Müzesi’ne de uğruyoruz. Eski bir taş binada şehrin yemek kültürü çok güzel anlatılmış.
Urfa’dan Mardin’e diğer çevre iller kadar sık otobüs bulunmuyor. Bir gün öncesinden gidip bilet almak gerek. En erken sabah 11’de otobüs kalkıyor. Ama sakın Dilmenler’den bilet almayın çünkü kandırıldık, kazıklandık, yarım günümüzü kaybettik. Bir önceki gün ben tek tek otobüs firmalarına 11’den daha erken otobüs var mı diye sorarken herhalde beni kandırıp 10.30’a bilet sattı. (35 TL kişi başı) O saatte otobüs beklerken kimse ortalıkta yoktu. Gidip sordum, rötar olduğunu 11’de geleceğini söyledi. Ardından bu oldu 11.30. Ama bizim dışımızda kimse yok bekleyen. Diğer tüm Mardin otobüsleri gidiyor. Biz bekliyoruz. Kavgalar, tehditler, küfürler… Sinir bozucu 2 saatin sonunda kalktı. 10.30’daki otobüs 12.30’da! Hakkımızı savunamadık, çaremiz yoktu, iade alsak diğer otobüsler doluydu. Sinir bozucuydu. Sonu hariç gayet güzel, keyifli ve lezzetli bir seyahat oldu. Özellikle Harran günü çok keyifliydi. Herkesin görmesini tavsiye edeceğim bir şehir!
Comments