27-28-29 Ekim 2018
1. Gün
29 Ekim tatili için nereye gitsem, kiminle gitsem derken aklıma birden Eylül geldi. Aslında Karabük veya Kastamonu’ya gitmeyi planlarken Eylül daha yakın bir yerlere araba ile gidebileceğimizi söyledi. Genelde gezi duyurularımı Instagram üzerinden yapıyorum. “Aklıma Eylül geldi.” deme sebebim de onun Instagram kullanmaması. Kendisi Galatasaray Lisesi yıllarından arkadaşım. İkimize kemancı takipçim Emirhan eşlik etmek istedi. Ve olduk 3 kişi. Beni de Sabancı’dan aldılar ve çıktık yola…
İlk durağımız Sakarya’nın Çerkes köyü Kayalarmemduhiye. Burada oldukça meşhur bir Çerkes restoranı bulunuyor. İstanbul'a yakın bir yerde farklı bir serpme kahvaltı yapmak için iyi adreslerden biri burası.. Öyle diğerleri gibi iki parça Çerkes peyniri koyup Çerkes kahvaltısı demiyorlar sunduklarına. Aslında serpme kahvaltıyı pek sevmem. Çoğu yerde en ucuz ürünleri güzel tabaklara koyup göz doldurarak "Şu kadar çeşitten oluşan serpme kahvaltı" diye reklam yapıyorlar. Burada kişi başı 35 TL'ye acukalı menemen, şakşuka, çerkes usulü peynirli ve boş pişi, acukalı patates kızartması, patatesli omlet, kiremitte Abaza peyniri, kuru fasulye ezmesi, kara lahana salatası, havuç salatası, yoğurtlu şehriyeli salata, çerkes peynirleri, brownie ve klasik domates, zeytin getiriliyor. Elma ve armut karışık reçellerini es geçmemek lazım. Çerkeslere özgü benim Kaçamak olarak bildiğim onların Abızha dedikleri mısır unundan yapılan Çerkes pastası üzerine Abaza peyniri, tereyağı ve acuka ile servis ediliyor. Çerkes tavuğu da tıpkı Kaçamak gibi ek olarak sipariş edilebiliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse çok da mükemmel değildi hiçbiri; fakat dışarıda diğer evde yapılabilen şeylere verilecek paraya burada farklı lezzetler tadılabilir. Çerkes pastasını tatmadan dönmemeli. Eğer ki planlı bir şekilde gidiyorsanız bir gün öncesinden arayıp asıl Çerkes ana yemeklerini sipariş edebiliyorsunuz.
Alaşara’nın güzel bahçesinde yaptığımız kahvaltı sonrası doğruca Geyve’ye ilerledik. Biz bilmiyorduk ama Geyve’nin meğerse ayvası meşhurmuş. Dönünce gürdüm ki marketlerde özellikle Geyve ayvası diye satıyorlar. Nasıl Manisa-İstanbul yolunda Manisa sınırlarına girdiğimizi Kırkağaç kavuncularından anlıyorsak burada da ayvacılar yol kenarlarına sayısız stand kurmuştu. Güzelim sapsarı ayvaları es geçip Geyve’nin merkezine daldık. Ancak burada ayva satan neredeyse kimse yoktu. Ala ala kurtlu, büzüşük ve küçük ayva alabildik. Geyve küçük bir kasaba. Tam ortasından Sakarya Nehri geçiyor. Nehrin yarattığı vadiye kurulmuş yerleşim yeri, dağlara kadar çıkmış evler. Nehrin üzerinde de nostaljik bir köprü bulunuyor. Ali Fuat Paşa adındaki bu köprü Yıldırım Bayezit ve Yavuz Sultan Selim tarafından doğu seerleri sırasında kullanılmış. Kurtuluş Savaşı sırasında Ali Fuat Cebesoy’un önderliğindeki Kuvay-ı Milliye güçlerinin şehri savunmasında önemi büyük olduğu için bu adı almış. Belediyenin hemen karşısında bir yüksekokul bulunmakta. Hemen yanında da küçük meyve sebze ve günlük eşya satıcıları bulunmakta.
Geyve’den sonra artık Bolu sınırlarına geçiyoruz. Bolu’nun cittaslow’u Göynük durağımız. Citta, İtalyanca şehir; Slow, İngilizce yavaş anlamına geliyor. Yani “Yavaş Şehir”. 1999 yılında ortaya çıkan Cittaslow hareketi, yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla kentlerin kendilerini değerlendirmelerini ve farklı bir kalkınma modeli ortaya koyuyor. Bu doğrultuda insanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, sosyalleşebilecekleri, kendine yeten, sürdürülebilir, el sanatlarına, doğasına, gelenek ve göreneklerine sahip çıkan ama aynı zamanda alt yapı sorunları olmayan, yenilenebilir enerji kaynakları kullanan, teknolojinin kolaylıklarından yararlanan kentlerin korunması, oluşturulması ve yaşatılması hedefleri arasında. Göynük de tıpkı geçen Şubat ayında gittiğim Sinop’un Gerze ilçesi gibi bu ağda yerini almış.
Osmanlı topraklarına 1323'te katılan Göynük, Türk yaşayış şeklini eski Osmanlı evleri ile hala korumakta. Burada birçok tarihi hamam, türbe bulunuyor. En dikkat çeken yapı ise Cumhuriyet tarihinin ilk anıtı olan Zafer Kulesi yine ilk kaymakam Hurşit Bey tarafından 1923'te Kurtuluş Savaşı'nın başarılarını ebedileştirmek için yapılmış. Tüm şehrin kuşbakışı izlenebileceği bu tepeden inince hemen Akşemseddin Türbesi ve Camii karşılıyor gelenleri. Akşemseddin de Fatih Sultan Mehmet'in hocalığını yapmış, İstanbul fethedilirken orduya verdiği manevi destekle fetihte önemli bir oynamış. Yokuşlu sokakları, yerel satıcıları ve güzel yemekleri ile en azından 3-4 saatin ayrılması gereken Göynük ziyaret edilmeyi hak ediyor.
Özellikle yerel satıcılarda dikkati çeken iki farklı fasulye türü oldu. Biri siyah lekeliydi ve tıpkı karagöz börülceye benziyordu. Meğerse üzerinde Mevlana’ya benzeyen bir şekil oluşturuyormuş bu siyah leke. Bir de lekesi daha sarımtırak olan bir tür vardı. Ama asıl Göynük’e özgü olan fasulye sanırım Bombay imiş. Ama o tür her yerde yaygın olduğu için dikkatimizi çekmedi.
Hava kararmış ve karnımız acıkmaya başlamıştı. Bolu'da mutlaka gidilmesi gereken mekan olan Paşazade Göynük Sofrası’na geçtik. Yavaş şehir Göynük'ün en hareketli noktası diyebilirim. Ortaya güveçte et, güveçte mantar, mantı, keşli erişte ve tatlı olarak da tahinli pide aldık. Et gayet güzel pişmişti, çok lezzetliydi ancak mantarın yanında biraz sönük kaldı. İstiridye mantarı o kadar farklıydı ki... Bence kaşarlı istemeyin, tereyağlı mantarın tadını çıkarın. Burada mantılar üçgen şekilde katlanıyor, yine sarımsaklı yoğurt ve yağ ile sunuluyor, kıymasının tadı rahat bir şekilde geliyordu. Favorim erişte ise ceviz ve keş ile servis ediliyor. Keş, tıpkı Orta Asya'dakilerin yaptığı Kurut gibi yoğurdun kuru bir şekilde saklanamsıyla elde edilen peynir benzeri bir ürün. Olgunlaşmış ve keskin keçi peyniri gibi gelse de inek yoğurdundan yapılıyormuş. Yaklaşık 400 gramı 9-10 TL'ye sokakta teyzeler tarafından satılıyor. Tahinli pide ise benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Kula'nın kat kat içi dışı tahinli pidesinden sonra biraz kuru geldi. Ayrıca tatlandırmak için üzerine sonradan bal dökülmesi pek hoşuma gitmedi. Yediklerimiz için toplamda 85 TL ödedik. Gayet lezzetli ve cebe uygun bir restorandı. Şimdiden söyleyim Bolu’da yemek yediğimiz en güzel mekandı.
Hava kararmış ve soğumuştu. Ben her zamanki gibi yanıma kalın bir şeyler almamıştım. Havanın en yüksek sıcaklığı hemen hemen İstanbul ile aynıydı. Fakat gece ve gündüz arası sıcaklık farkı çok fazlaydı. 0’a kadar iniyordu. Aslında ilk güne Mudurnu’yu da dahil etmek istiyorduk ancak İstanbul’dan biraz geç çıkabildiğimiz için yetişmedi ve doğruca Bolu şehir merkezine gittik.
Eğer Bolu’ya herkesin tatilinin olduğu bir tarihte gidecekseniz yapmanız gereken bayağı önceden bir oda ayırtmak. Bolu, İstanbul ve Ankara’nın ortasında bulunduğu için iki şehirden de birçok turist gelmekte. Şehirde de bunu kaldıracak otel bulunmamakta. Aslında paranız varsa Yedigöller’e yakın yerlerde orman evi tarzı yerler kiralayabilirsiniz. Biz de öğrenci işi yaparak 50 TL’ye Eskop Otel’de kaldık. Ya çok düşük ya da çok yüksek fiyatta oteller kalmıştı. Ama şunu söyleyebilirim ki kaldığım en kötü otellerden biriydi. Yamalanmış fayansları, pis çarşafları, demode mimarisi, rutubet kokusu, paslanmış su boruları…
Otele eşyalarımızı bırakıp Bolu gecelerine aktık. Bolu, tıpkı diğer küçük şehirler gibi gece canlılığı olmayan bir yer ve oldukça soğuk. Gece yapılabilecek en güzel aktivite Kubbealtı’na gidip gözleme yemek olabilir. Kubbealtı da bir kısmı hamam olarak kullanılan binada bulunan bir kafe. Teyzelerin açtığı gözlemeleriyle meşhur. Ama her yerden farklı kılan yoğurtlu gözlemeleri. İstediğin malzemeli gözlemenin üzerinde sarımsaklı yoğurt, onun da üzerine domatesli salçalı sos. Biz kıymalı kaşarlı söyledik. Tıpkı mantı gibi oldu. Porsiyonu 18 TL idi. Gözlemenin yanında bir de katmerleri var. Ama Antep katmeri gibi değil. Sadece hamur kat kat açıldığı için bu ad veriliyor. O da aslında gözleme gibi ama daha çıtır çıtır. Onun da çeşitleri bol bol: cevizli, sade, keşli, kaşarlı, çikolatalı… Biz de cevizli köy katmeri söyledik. Köy katmeri olunca daha ince oluyormuş. O da gerçekten çok lezzetliydi. Ama yoğurtlunun yanında biraz sönük kalmıştı. Bu arada Eylül ve Emirhan bol köpüklü ayrandan da içtiler, o da gerçekten tatmaya değerdi. Gözlemelerimizi yiyip biraz bomboş ve soğuk şehirde turladık ve gençlerin bulunduğu Cumhuriyet Parkı’ndaki kafede birer sıcak içecek içtik; ardından doğruca uykuya.
2. Gün
Güne tabii ki erkenden başladık. Otelimizin kahvaltısı tıpkı geri kalan hizmeti gibi bizi hayal kırıklığına uğrattı. Geceleri meyhane tarzında, hiçbir penceresi olmayan bir alanda tıpkı lisedeki kahvaltılar gibi bir kahvaltı vardı. Ve de bir kuyruk…
Gerçekten insanlar sülalecek gelmişlerdi. Biz de hemen otelin karşısında bulunan Simit Dünyası’ndan birer Bolu simidi alıp yola koyulduk. Emin olamıyorum ama sanırım Bolu simidinin özelliği susamsız olması. Araştırdığımda böyle bir bilgiye ulaşamasam da burada mutlaka susamlı simitlerin yanında bir o kadar da susamsız simit satılıyor. Her şehirde mutlaka simit tadarım ancak buranın bu simidini pek beğenmedim. Simit dediğimiz susamlı olmalı bence.
Karnımızı çok doyurmadık çünkü yolculuğumuz Abant Gölü’ne idi. Yaklaşık 40 dakika sonra gölün kenarına varmıştık. Enteresan bir şekilde gölün kenarında karlar vardı. Muhtemelen bir hafta önce falan yağmıştı. Karı bu kadar erken görmek şaşırtmıştı beni. Göl kenarında kahvaltı yapılabilecek bir iki mekan bulunmakta. Bunlardan en çok tercih edileni Çamlık Restaurant. Kişi başı 40 TL’ye serpme kahvaltı getiriyorlar. Kaymağı dışında hiçbir özel ve güzel yiyecek yoktu doğrusu. Sırf göl kenarı kazığı diyebilirim. Ayrıca 2 kişilik kahvaltı 4 kişiye de yetebilir bana kalırsa. Bolu sucuğu diye önümüze koyduklarının da markette satılan sucuklardan hiçbir farkı yoktu bence. Zaten tüm yolculuğumuz boyunca her yerde bu sucuğun reklamını ve afişlerini görünce ne kadar fabrikalaşmış bir marka ve ürün olduğunu anlayabiliyor insan.
Abant Gölü, Abant Dağları üzerinde oluşmuş bir krater ve birikinti gölü olma özelliği taşımakta. Yaz sonundan henüz yeni çıktığımız için suyun bayağı çekildiğini görebiliyorduk. Muhtemelen suyun üzerinde olması planlanarak yapılmış yürüme yollarının altı kurumuş bataklık görünümündeydi. Tabiat parkı olarak ilan edilmiş alanın girişe yakın bölgesinde yerel satıcılar için de bir alan yapılmış. Burada Bolu’ya özgü mor renkteki kızılcık tarhanası, fasulyeler, keş peyniri ve birçok el işi ürün satılıyor.
Abant’tan sonraki durağımız Mudurnu. Bolu’ya gelene kadar benim haberim yoktu ama meğerse Mudurnu tavuğu ile meşhurmuş. Ama öyle Denizli horozu gibi değil de çevreye kurulan tavuk yetiştirme çiftlikleri sebebiyle. Bu sebeple ilçenin girişindeki bir çiftliğin önündeki tavuk heykeli karşıladı bizi. Ardından da Mudurnu ve güzel evleri. Mudurnu da tıpkı Göynük gibi bir Cittaslow. Geleneksel Osmanlı stilindeki Mudurnu evleri, genellikle iki ve üç katlı, beyaz rengi ve ahşap süslemeleri ile dikkat çekiyor. Bu evlerin zemin katı genel olarak depo, kiler, mutfak ve geleneksel günlerde ailenin birlikte yemek yediği fırın odası gibi bölümlere ayrılırmış. Bu evlerin içini görebileceğiniz ve o atmosferi yaşayabileceğiniz butik otel ve restoranlar bulunmakta. Mudurnu’nun sembol yapılarından biri de Saat Kulesi. 12 metre yüksekliğindeki ahşap kule 1891 tarihinde yapılmış. 1900 yılındaki yangın sonrası da 1905 yılında çevreden getirilen taşlar ile Mudurnu Hapishanesi’ndeki mahkûmlara tekrar yaptırılan kuleye Mudurnulu demirci ustasının yaptığı saat takılmış.
Mudurnu çarşısında dikkat çeken bir şey de canlı müze olarak tanımlayabileceğimiz, esnaf ve ahiliği canlandıran müzeye çevrilmiş dükkanlar. Çarşıyı gezerken buralara girip demir, bakır işçiliğini görmek mümkün. Her cumartesi Mudurnu’da halk pazarı da düzenleniyor, eğer bir önceki gün gidebilseydik kaçırmayacaktık ama yine de teyzeler standlarında yöresel ürünlerini satıyordu. Ben de hemen teyzelerden Kanlıca mantarı aldım. Çeşit çeşit mantar oluyor ama bunların en göze çarpanı turuncu rengi ile Kanlıca mantarı. Lactarius Salmonicolor, Lactarius Deliciosus ve Lactarius Deterrimus adları ile bilinen üç çeşit mantara biz Türkler genel olarak Kanlıca mantarı demişiz. Çam ağaçları altında yetişenleri koyu turuncu, meşe ağacı dibinde yetişenleri açık turuncu ve çok güneş görmeyenleri de hafif yeşilimsi oluyormuş. "Bu yeşil, küflenmiş!" deyip uzaklaşmayın, bence daha lezzetliler. Eylül-Ekim aylarında ormanlardan toplamaya başlıyormuş teyzeler. Ancak şöyle bir sorun var. Tüm gün açıkta sattıklarından mıdır, yoksa öyle mi olmalı bilmiyorum ama aldığım mantarların neredeyse yarısı kurtlu çıktı. Mantarın sap bölümünü oymaya başlayan minik beyaz kurtçuklar şapka kısmına doğru ilerliyordu. Daha sonra araştırdığım kadarıyla mantarda eğer kurt varsa zehirsiz olduğunu kanıtlıyormuş. O sebeple kurtluları temizleyip rahatça yemekte fayda var.
Mudurnu’da da tabii ki yemek yemelik birçok yer var. Bunların en meşhurlarından biri Keyvanlar Konağı. Eski bir konağı şu an butik otel olarak işletiyorlar. Yaklaşık 200 yıllık bir tarihi olduğu düşünülen konağın yapımı uzun süre bitirilememiş ve zamanın Mudurnu kadısına satılmak zorunda kalınmış. Bu sebeple konağın ilk adı Kadılar Evi olmuş. Yıllar boyunca elden ele geçen konak 2004 yılında belediye tarafından alınarak restore edilmiş ve turizme kazandırılmış. Konakta geceliği 120 TL’ye kalmak mümkün. Konağın içerisi de tarih ve kültür karmaşası resmen. Piyano, Atatürk resmi, Mevlana’dan sözler, yapma çiçekler, şömine, eski aile resimleri… Yemekleri ise şahane. Oğmaç çorbası ile başladığımız yemeğin favorisi balkabaklı gözleme ve güveçte yaprak sarma oldu. Daha önce Bakü’de tatmıştım balkabaklı gözleme ama buradaki çok daha güzel yumuşacık ve bol malzemeliydi. Kabağın hafif tatlı yapısı çok hoş kılıyordu. Güveçte domates dodlu sarma da oldukça lezzetliydi, kuş üzümlü değildi. Kadının yemeğin yanına getirdiği kızılcık şerbeti de mutlaka denenmeli. Hem çok misafirperver hem de iyiliğin altında da bir kurnazlık yatıyor gibiydi. Kadın neredeyse bize elindeki tüm yemekleri sunacaktı. Ama “Dur!”, karnımızı tamamen burada doyuramayız!
Yemeğimizi yiyip biraz daha dolandık Mudurnu sokaklarında. 28 Ekim’den bayram kutlamaları başlamıştı. Sokaklarda hoparlörlerden marşlar çalınıyordu. Gelenek olarak bayramda top da atılıyormuş, ona da denk geldik, beklenmeyince biraz da korkutucu da olsa. Davullar da çalınıyordu, tam bir bayram havası. Ama şunu söylemeliyim ki bu Cittaslow olayı bu güzel kimliğini koruyan yerleri daha turistik hale getiriyor bence. Gerçekten aşırı miktarda turist vardı. Sessiz, sakin olması gereken yerde trafik ve korna sesi insanı rahatsız ediyordu.
Mudurnu’dan çıkıp Mengen’e ilerlerken ilçe çıkışındaki Mudurnu Saray Helvası fabrikası ve satış mağazasına uğradık. Öyle bir gastronomik cennette yaşıyoruz ki her şehrin ilçenin hatta köyün farklı bir yöresel tadı var. Maalesef ki artan nüfus, toplu üretim ve daha çok "para" isteğiyle birçok yöresel tat yerini fabrikalaşmış, katkılanmış, aromalanmış ürünlere bıraktı. Bu ürünleri say say bitmez. Tahin helvası, pişmaniye, lokum, badem ezmesi... Mudurnu'da da Saray Helvası. Aslında un tereyağıyla kavrulup suda kaynatılmış şekerle birlikte çekiştirilerek liflendiriliyor. Tıpkı pişmaniye açılması gibi ancak bu biraz daha tıknaz bir yapıya sahip. Yani aslında hiçbir katkı maddesi, koruyucu kullanılmadan yapılabiliyor. Ama başta dediğim sebeplerden ürünün daha uzun dayanması gerekiyor, ekleniyor da ekleniyor. Ürünün hiçbir gelenekselliği özelliği kalmıyor. Turistler buna kanıyor, kutu kutu alıyor. Ancak benim gibi gerçeğini arayanların işi gittikçe zorlaşıyor. Yerelini, katkısızını bulmak neredeyse imkansızlaştı. Bu helvada da Sitrik asit (E330) bulunuyor. Zararlı olup olmadığı tartışılan bir konu ancak yıllar önce ihtiyaç duyulmayan bu kimyasalı neden almak zorundayız bilmiyorum. Yine de güzeldi helva, sözde yayla terayağı kullanıyorlarmış ama bilemeyiz.
Mudurnu'nun biraz ilerisinde Akkaya Travertenleri bulunuyor. Travertenler ülkemizde sadece Denizli'de değil. 20 derecenin üzeri bir sıcaklıkla çıkan mineralli su sayesinde oluşan bu travertenlerin içerik olarak zengin su vasıtasıyla oluşuyor. 250 metrelik boyuyla bulunduğu taraçalı alanda sanki aşağıya akıyormuş hissi veriyor. Hemen yanında da yine bu oluşumla benzer sebeple oluşan birkaç minik mağara da bulunuyor. Arabayı park etmek ücretli. Tüm halk çoluk çocuk buraya piknik yapmaya gelmiş.
Biraz uzun süren yolculuk sonrası şehrin doğudaki ilçesi Mengen’ vardık. İlçeye girer girmez bizi bir aşçı heykeli karşıladı. Dünyanın en büyük aşçı heykeli olma özelliği taşıyormuş. Evet, Mengen, Aşçılar Kenti olarak biliniyor. Kasabanın her tarafında aşçı, tencere heykelleri görmek mümkün ancak burada gurmelik yapacak doğru düzgün bir mekan yok. Bizce burada yetişen aşçılar bir daha memleketlerine geri dönmemiş.
Burada bir Aşçılık Lisesi var. Lisenin uygulama restoranı ve oteli de bulunmakta. Biz de büyük bir heyecanla lisenin restoranına gittik. Ama hayal kırıklığından başka bir şey olmadı. Menü o kadar dandikti ki en klasik yemekler vardı. Farklı olarak Mangen Bonfile ve Abant Köfte aldık. Gelen tabaklar resmen okul yemekhanesi yemeği gibiydi. Mengen Bonfile, arasıan havuç ve kabak sarılmış, üzerine sos dökülmüş bonfile parçalarından oluşuyordu. Abant Köfte ise tam bir fiyaskoydu. Beyaz ekmek dilimlerinin üzerine yerleştirilmiş ev köftelerinin üzerine ince kaşar dilimleri yerleştirilmişti. Yanına pilav ve patates. Çok dandikti ama ucuzdu. Örneğin bonfile 20 TL idi. Hiçbir yerde o kadar uzuca bulunamaz.
Şans eseri biz yemek yerken uygulama otelinde yer açıldı ve biz de oraya yerleştik. Geceliği kişibaşı 45 TL’ye geldi ve dünkü otelden kat kat temiz ve rahattı.
Gurmelik yapma heyecanı ile Müdür Restaurant’a geçtik. Aslında Mengen Pilavı yemek istiyorduk ama turist istilası olduğu için yöresel olarak yalnızca Bulgur çorbası kalmıştı. Tıpkı Ezogelin’e benzeyen çorba çok da özel değildi. İnternette okuduklarıma göre mutlaka burada bir de ekmek kadayıfı tatmak gerekiyormuş. Bu sebeple Aşçızade’ye uğradık. Bu da tam bir rezillikti. Hayatımda yediğin en kötü ekmek kadayıflarından biriydi. Şerbeti su gibi, kadayıfla hiç bütünleşmemişti.
Hayal kırıklığı ile Mengen’de dolaşmaya karar verdik ama burası daha da sessiz ve sakin bir yerdi. Yapacak hiçbir şey yoktu. Bakkaldan belki de Mengen’e en özgü olan şeyi bulmuştuk: Mengen bisküvisi. Yumuşak ve zararlı… 1915’ten beri hizmet veren Mahir Pastanesi tarafından yapılıyormuş. En azından içinde koruyucu bir madde yoktu. Ve gerçekten fena değildi. Üzerine yumurta sürülmüş daha kıtır olanları belki de daha güzeldi.
3.Gün
Uygulama Oteli’nde yaptığımız kahvaltı sonrası Yedigöller’e doğru yola koyulduk. Yaklaşık 1,5 saat sürdü. Şunu söylemekte fayda var ki Mengen’den Yedigöller’e giden yol oldukça kötü. Dar, meteor düşmüşçesine yüzlerce delik var ve yolun bazı kısımlarında asfalt yok. Ama Bolu merkezden gelen yol oldukça iyi.
Yedigöller’e varınca şehirden kaçıp doğaya mı geldik yoksa yine trafiğe mi kapıldık belli değildi. O kadar çok araba vardı ki park edecek yer kalmamıştı. Herkes iç içe piknik yapıyor, selfie çekme yarışı vardı adeta. Bazıları çadırlarını kurmuş kamp yapıyorlardı. Bir kez daha anladım ki doğa seyahatleri ban göre değil. Doğada uzun süre vakit geçirmek beni sıkıyor doğrusu.
Her ne kadar Yedigöller’de yedi gölü de göremesek de bu havzadaki göller kayan kütlelerin vadilerin önlerini kapatması sonucu oluşmuş. Bu göller yüzeysel ve yeraltı akışlarıyla birbirine bağlıymış. Adları da şu şekilde: Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl. Havzada kışın yaprağını döken ve herdem yeşil ağaçlar bir arada: Kayın, gürgen, meşe, kızılağaç, akçaağaç, karaağaç, titrek kavak, sarı ve kara çam, köknar, fındık, ıhlamur ve dişbudak. Bu ağaçlar sebebiyle yeşil, sarı, kırmızı tonları bir aradaydı ve özellikle göllerin üzerindeki yansımaları çok hoş görüntüler oluşturuyordu.
Yedigöller’in kalabalık ve gürültülü ortamından sonra kendimiz Bolu merkeze attık son kez. Şehri gündüz gözüyle görmemiştik hiç. Öncelikle Mercan-i Restaurant’a gittik. Şehirde kaliteli yemek yenilebilecek nadir mekanlardan biri. Mercan-i Special, Değirmen Kebabı ve Yoğurtlu Bolu Patatesi söyledik. Bu yemekler de isimlerinin havalı olmasına karşın hiç özel değillerdi. Sunumları hoş yapılmaya çalışılmıştı ancak yemekler hoş değildi. Değirmen kebabında patateslerin üzerine ince şeritler şeklinde etler konulmuştu. Specialde de bonfile üzerine mantarlı sos gezdirilmişti. Bu restoran da eski bir binada yer alıyordu. 1880 yılında Hocazade İbrahim Efendi tarafından tamamlanan konak tarihi Tabaklar Hamamı’nın hemen yanında bulunuyordu.
Yemeğimizi yiyip İzzet Baysal Caddesi’nde dolaştık biraz. Buranın İstiklal Caddesi burası. Ve gözümüze bir dükkan ilişti: İmren Kolonya ve Şekerleme. Bolu'da uğranması gereken mekanların başında yer alıyor burası. En başta Bolu-Gerede tüccarlarından olan İbrahim Kesim oğulları Seyit Ali ve Osman Kesim tarafından "Varlık" ismiyle Bolu’da kurulmuş. 1950’li yıllarda kuruluşta vefatlar nedeniyle ayrılıklar olmuş, firma ismi İsmail Kesim ve Arif Kesim tarafından "Varlık" yerine "İmren" olarak değiştirilmiş. Eski tarz cama yaldızlı harflerle yazılmış Bolu Çikolatası, Fındık Ezmesi, Fındık Şekeri ve Saray Helvası yazısıyla dikkat çeken dükkanı en nostaljik yapan da vitrininde duran eski cam kolonya şişeleri. Eski dediğime bakmayın, onlar sadece vitrini süslemek için değil içeride onlarcası bulunuyor. Eskiden eczanelerde bulunan pompalı büyük kavanozlardan doldurulan kokular dükkanı süslüyor. Bolu Çam Kolonyası, Abant Nilüferi, Bolu Dağ Çiçeği çeşitleri en popüler çeşitleri. Biz de hemen sevdiğimiz şişelerden aldık birkaç tane. Artık bu tarz bir yeri bulmak pek mümkün değil.
Özel günler için kendi üretimleri Fondan çikolata, Bolu fındığından ürettikleri Fındık şekerinin yanı sıra TEB'in yanındaki diğer şubelerindeki ekler sattıklarını duyunca kolonyaları alıp direkt oraya gittik. Bu ekleri yemeden Bolu'dan dönmemek gerek. Kreması yediğim en iyi pastacı kremasıydı diyebilirim. Önce 1 taneyi üç kişi alıp paylaştık.
Tam arabaya dönerken dayanamayıp geri döndük birer tane daha aldık. Dükkanın sahibinin yaşlı karısı şöyle diyor: "Bizi görmeyi başardıysanız, Bolu'da bizden tarihi başka görecek bir şey yok!". Ve elimdeki mantarları görünce (Bolu merkezde de birçok kadın sokakta mantar satıyordu, biraz daha aldım.) bana mantar tarifi verdi: "Yanmaz tavaya sadece tereyağ koyacaksın. Mantarı üzerine tuz serperek közleyeceksin. Öyle sote falan değil!" Şartlarım yüzünden ben okula dönünce soteledim, öyle de mükemmeldi. Nereden bulacağız bu mantarı diyenlere Beşiktaş balık pazarında şu günlerde kilosu 20 TL'den satılıyor. Başka şehirdekiler de internetten rahatlıkla bulabilirler.
Eklerlerimizi alıp doğruca Taşhan’a geçtik. Aşağı ve Yukarı olmak üzere iki han bulunmakta. Yukarıdakinde daha çok hacı malzemeleri satılmakta. Diğeri ise kafe modunda. Hanın her odasına şehrin ilçelerinin isimleri verilmiş. Yer masası ve minderlerinde geleneksellik devam ettirilmekte. Biz de çaylarımızla eklerlerimizi tükettik.
1804 yılında kesme taştan yapılan hanın yanında Büyük Cami bulunuyor. Aslında 1382 yılında Yıldırım Bayezit tarafından yaptırılmış olsa da 1899 yılında yanan cami şimdiki görünümüne kavuşmuş. Caminin çevresindeki bölge dar sokalarıyla tam bir eski çarşı havasında. Aktarlar, ayakkabıcılar, kuyumcular… Esnaflık burada hala devam ediyor.
Artık dönme vakti. 3 günlük Bolu gezimiz bizi gastronomik bakımdan pek tatmin etmese de oldukça eğlenceli bol doğal güzellikli ve maceralı geçti. Bakalım bir sonraki yolculuk nereye?
Comments