Belçika’ya gidiyorsanız planlarınızı diğer şehirleri de gezmek üzere yapmalısınız. Çünkü Belçika hem çok küçük bir ülke hem de Brüksel aslında ülkeyi o kadar da yansıtmıyor. Belçika yazımda da bahsettiğim gibi ülkenin kuzeyi ve güneyi birbirinden tamamen farklı bir ülke gibi. Kuzey kısmı Flaman halkın yaşadığı bölge; güney kısmı da Fransızca’nın hakim olduğu Valon bölgesi. Gezilmesi gereken şehirleri araştırdığınızda genelde Valon Bölgesi’nden bir şehir göremezsiniz. Ben de 3’ü Flaman biri de Valon Bölgesi’nden olmak üzere Brüksel dışında 4 şehir daha gezdim: Gent, Brugge, Anvers ve Liège.
Brüksel’den Gent’e seyahat trenle 35 dakika civarında sürüyor. Araba veya otobüs kullanacaksanız da yaklaşık 1 saatinizi alacak yolculuk. “Aa yakınmış, ucuza giderim!” diye heveslenenlere üzülerek söylüyorum ki öğrenci iseniz 6,60€’yu, değilseniz de en az 11€’yu gözden çıkarmanız gerekiyor. Evet, Avrupa’da tren ağı çok gelşmiş ama paranızı da söke söke alıyorlar. Öyle şehirler arası dolmuş falan da olmadığı için bu durum bayağı üzücü. Otobüs alternatifi olan FlixBus ise normalde uzun tren yolculuklarına göre çok daha ucuz kalsa da, inanılmaz bir şekilde bu iki şehir arasında 15€’luk ücrete sahip.(Yine de bakın, enteresan biçimde bazı günler 6€.) Bu arada 6,60€ olan öğrenci biletinin adı GoPass ve hangi şehre giderseniz gidin o parayı ödüyorsunuz. Eğer ki haftasonu diğer şehirlere gidecekseniz akıllılık olur. Yanlış hatırlamıyorsam %50’li indirimli haftasonu bileti bulunuyor. Detayları garlardaki makinelerde görebilirsiniz. Makinelere kağıt para girmiyor. Ya bozuk para ya da kredi kartı kullanmanız gerekiyor.
Ben de sabahın erken saatlerinde trene atlayıp Gent’e vardım. Şehre varır varmaz en dikkatimi çeken tren garının arka çıkışındaki bisiklet park yeri oldu. Hayatımda bu kadar çok bisikleti bir arada görmemiştim. Yani küçücük şehirde bu kadar bisiklet olması ayrı bir ilginçti. Başta da dediğim gibi ülkenin Flaman Bölgesi tamamen farklı bir ülke gibi ve özellikle Hollanda’ya çok benziyor. Gitmedim ama dilleri aynı, bisiklet kullanımı da bu kadar fazla. Yemek konusu da aynı şekilde. Zaten şehir merkezine ilerlerken sokaklarda Fransızca resmen yok oldu. Flamanca ve İngilizce ağırlıkı oldu yazılar. Bu arada ana tren garı Gent-Sint-Pieters’den merkeze yürümek bir yarım saatinizi alıyor. Merkeze bir tık daha yakın Station Gent-Dampoort da var ama bence bunu karıştırmayın. Sefer sayısı az ve aktarma yapmanız gerekebiliyor.
Gent’e sabah erken gelmiş, sessiz sanki yaşam yok sandığınız sokaklarda merkeze doğru ilerlerken modunuz düşebilir. Ancak Groetenmarkt denen pazar meydanına geldiğinizde karşınıza çıkacak olan Himschoot sizi mutlu edecek. Burası 1880 yılından beri hizmet veren, 65 çeşitten fazla ekmek üreten bir fırın. Tabi benim derdim ekmek değil de hamur işleri. Buranın ödüllü yiyeceği Broodpudding! Adı puding olup, görünüşü tart içine benzeyince ne olduğunu merak edip aldım. Doğrusu almamış olsaydım daha iyiydi. Hafif ıslak yapılı, hem sert hem yumuşak, ne yediğinizi anlayamadığınız, elinizde tutamadığınız garip bir şey. Öyle tadında da abartılacak bir yan yok. Ve bunu yazarken öğreniyorum ki meğerse üreetikleri ekmeklerden yaptıkları bir tatlıymış bu. Bayat ekmekler, şeker, kuru üzüm, vanilya ve tarçınla birleşip tekrar fırına veriliyormuş. Ortaya da bu manasız tatlı çıkıyormuş. Dilimi 2,20€, yine de tadın derim. Ama tatmadan dönmeyin diyeceğim lezzet ise Pain à la grècque. Türkçe’ye çevirdiğimizde adı Yunan Ekmeği oluyor. Ama Yunanlılar ile hiçbir ilgisi olmayan bu yiyeceğin adının kökeni Flemenkçe “grecht”, yani bir su kanalının adı. Brüksel’in fransızlaşmaya başlamasıyla da okunuş benzerliğinden adı olmuş “pain à la grecque”. İnce yapılı, kıtır. galetaya benzer bu çörek tarçınlı ve şekerli dış yüzeyi ile çok hoşunuza gidecek. Aklımda kalan ve alamadığım bir yiyecek de Appelbol. Adından da anlaşılacağı gibi elmalı bu hamurişi kocaman bir top görünümünde ve içindeki elma nerdeyse bütün şeklinde. Hamur kaplanmış elma tatlısı olarak çevireyim. :)
Himschoot’un hemen yanında ise Gent’e gitme sebebi olabilecek bir dükkan var: Tierenteyn-Verlent. 1867 yılından beri 18. yüzyıl mimarisini gösteren La Demi Lune adlı binada el yapımı satan bir dükkan burası. Kocaman ahşap bir fıçının içinde kocaman bir tahta kaşıkla istediğiniz ölçüdeki kavanoza el yapımı hardal dolduruyorlar. Ama almadan önce bir tadın derim. Baştan uyarayım, küçücük bir miktarı bile burnunuzdan çıkacak bir keskinliğe sahip. Zaten bir hardal da bundan daha güzel ne olabilir ki? El yapımı olduğu için herhangi bir koruyucu madde içermiyor. O sebeple buzdolabında muhafaza etmeniz şart. Dükkanın en güzel ürünlerinden biri de hardal kavanozları. Gelenksel tarzda üretilmiş kavanozlara da hardalınızı doldurabilirsiniz. Ya da bagaja vereceğiniz için kırılma ve akma riskini yok etmek adına hardalı normal kavanoza doldurup güzel kavanozu el bagajına alabilirsiniz. Ne kadar olduğunu tam hatırlamasam da Türkiye’de satılan Dijon hardallarına göre oldukça ucuz kalıyordu, katkı maddesi içermemesi de cabası.
Aynı meydanda bir de seyyar arabalarda Cuberdon satan amcalar bulunuyor. Cuberdon Gent’e özgü, içi meyve sulu, dışı jelibonumsu ama kolaylıkla çiğnenen yapıda bir şekerleme. Açıkçası Brüksel’de Elizabeth adlı mekanda tatmıştım ve tadı meyveli antibiyotik gibiydi, yiyememiştim. Ve Gent’teki bu satıcılar öyle tek tek alıp tatmanıza izin vermiyor, yaptıkları 5-6 tane olan paketlerden almak zorunda kalıyorsunuz.
Gelelim görülecek yerlere! Gent, içinden Leie Nehri geçen bir şehir. O yüzden gezerken iki yakayı düşünmek size büyük bir kolaylık sağlıyor. Turist bilgilendirme ofisi, eski balıkçılar çarşısında bulunuyor. Tarihi tur için en iyi başlangıç noktası da burası diyebilirim. Çünkü tam burada şehrin kalesi Gravensteen (Château des comtes de Flandre) burada bulunuyor. Yapımı 1180 yılına dayanan günümüzdeki şato yıllar boyunca Flaman Bölgesi kontlarının konutu durumundaymış. 1353 yılından itibaren şehrin adalet merkezi haline dönüşmüş. Hem mahkeme hem de hapishane olarak kullanılmış. Günümüzde ise müze olan bu şatoyu 12€ (öğrenci iseniz 7€’ya) gezebilirsiniz. Bu fiyata sesli rehber de dahil. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bu sesli rehber yüzünden şatoyu gezmek çok uzun zaman alıyor, ayrıca rehberi esprili bir dille anlatmaya çalışmaları bilgi verme sürecini uzatıyor ve sıkıyor.
Şatonun bulunduğu meydandan nehre paralel bir şekilde ilerlediğinizde girilen ilk sokakta Lena, Nestor ve Luna karşılıyor gelenleri. Brüksel’de bulunan Manneken Pis’in üçlü takımı. Gentliler de ‘Brüksel de 1 bizde 3 var!” diyip hava atıyor.:
Sonraki durak ise “Huis van Alijn”. Burası da 20. yüzyıl günlük hayatına odaklanan bir müze. 21. yüzyılda yaşayalı 20 yıl oldu. Hadi benim için o kadar olmasa da büyüklerimizn yaşamları artık müzeleşti gerçekten. Müze iki kısımdan oluşuyor. İlk kısım biraz daha tarihi ve askeri olaylara odaklanıyor. Ama ikinci kısım doğumdan ölüme kadar zaman dilimlerine ayrılmış bir şekilde temizliğinden. cenazesine, düğününden, mutfağına günlük aktivite ve eşyalarımıza odaklanıyor. Alternatif bir müze gibi gösterilse de ben çokça keyif aldım. Nostalji severlerin uğraması gereken bir müze. Tam ücreti 6€ olan müze, öğrencilere sadece 2€.
Müzeden çıkıp biraz ilerleyince şaşılacak bir biçimde enternasyonel bir sokak karşılıyor sizi: Oudbourg Sokağı! Burada Afrika, Türkiye, Fas, Hindistan, Nepal, Japonya, İtalyan mutfağı restoranları bulabilirsiniz. Ha bu arada, pazartesi günleri Gent’te birçok restoranın kapalı olduğu bir gün. Haftasonu canlılığını Brüksel’de görmek isteyince maalesef ki Gent’in ölü gününe denk geldim. Saydığım restoranların çoğu kapalıydı. Buradan karşı kıyıya geçince gelenleri büyük bir savaş topu karşılıyor. Söylentilere göre İspanyollarla savaşan Gent halkı savaşı kazanmak üzere bu topu bulup omuzlarında taşıyarak getirmişler. Ama pek işe yaramamış bu top ve savaşı kaybetmişler.
Toptan sonra iç taraflara yönelince koskoca bir meydan çıkıyor karşınıza: Vrijdag Markt. Burası aslında şehrin önemli merkezlerinden. Yemek yiyebilecek çok sayıda mekan çevreliyor meydanı. Ve pazartesi olsa da burada yemek yiyeceğiniz bir mekan bulabilirsiniz. Benim tercihim Restaurant Friends oldu. Flamanlar’ın meşhur yemeği Waterzooi Kip söyledim. Flemenekçe haşlanarak pişmiş yemek anlamına gelen bu yemeğin doğduğu şehir de Gent olarak biliniyor. Aslında orijinal versiyonunda balıkla yapılıyormuş ancak şehirde bulunan Leie Nehri kirlenince balıkların yok olduğu ve tavukla yapmaya başladıkları söyleniyor. Balıklısını da bazı yerlerde bulabilirsiniz. Ben tavuklusunu denedim. Yumurtalı kremalı çok yumuşak içimli, böyle içinizi ısıtırken yumuşatan çorba kıvamındaki sosun üzerinde haşlanmış tavuk göğsü parçaları, havuç, biber ve maydanoz… Gerçekten lezzetli idi ama tavuk yemeğine 15€ yani 100 TL civarında para vermek biraz düşündürtüyor.
Meydandan aşağıya doğru giderken şehrin simgelerinde Graffiti Sokağı’na uğramak gerekiyor. Aslında adı Werregarenstraat olan sokağın adını kimse kullanmıyor. Çünkü bu sokak tamamen sprey boyalarla kaplanmış durumda. Öyle büyük, kendini belli eden çalışmalar değil de her şey karmakarışık, renk cümbüşü içinde bir sokak. E tabi fotoğraf çekilmek için de en popüler noktalardan. Uğrarsanız bakalım yapıştırdığım “NCAISME” stickerlarını görebilecek misiniz?
Klasik bir Avrupa şehrinin temel yapıları olan katedral, belediye binasi, kilise gibi doaşmanız gerekn yapılar birbirinin arkasından gelecek şekilde bir çizgide yerleşmiş durumda. Çarşının asıl bulunduğ bölge Korenmarkt’ta bulunan St. Niklaaskerk yani St. Nicholas Kilisesi’nden bu tura başlayabilirsiniz. Roman tarzında bir kilisenin 13. yüzyılda Gotik tarza dönüşmüş halini göreceksiniz. St. Nicholas Kilisesi’nin arka tarafında bence şehrin modern simgesi konumunda olan Stadshal bulunuyor. İçinde bina olmayan bir çatı görüp “Bu ne ya?” diyeceksiniz. 2012 yılında inşa edilen yapıya karşı olanlar “Koyun Ahırı” da diyorlarmış. Mimarları Robbrecht & Daem ile Marie-José Van Hee olan yapı hem yazın sıcağında bir gölgelik hem de dans, gösteri gibi etkinlikler için halkın toplanma alanı olma özelliği taşıyor. Kamusal alanlara yeni bir anlam kazandırma amacıyla “Gelin bir çatı altında birleşelim!” demişler kısaca.
Koyun Ahırı’nın hemen dibinde şehrin meşhur Çan Kulesi yani Belfort bulunuyor. Her gün 10 ile 18 saatleri arasında 256 basamaklı kulenin tepesine çıkarak şehre kuşbakışı bir bakış atabilirsiniz. Hatta açık bir havada Hollanda’yı da görebiliyormuşsunuz. 19 yaşında küçükseniz bedava, 26 yaşından küçükseniz 2,70€ ve yetişkinseniz 8€. Kule, sanıldığı aksine bir kilisenin çan kulesi değil. Klasik bir Flemenk saat kulesi görevini görüyor. Şehrin de simgesi olan ve kulenin tepesinde bulunan ejderhanın, eskiden kalma 2 halini de içeride görebiliyorsunuz. Hatta 16. yüzyılda bu ejderhaların ağzından ateş de çalıyormuş, nasıl oluyormuş pek hayal edemedim ama…
Çan Kulesi’ni geçince sıra geliyor şehrin en önemli katedrali olan St. Bavo Katedrali’ne… Kökeni 10. yüzyıla dayanan bu kilise günümüzdeki Gotik tarzdaki görüntüsünü 13. yüzyılda almış. Ancak mimarisinde çok içerisindeki 23 eser ile meşhur durumda. Zaten içeri girip ilerlediğinizde göreceksiniz ki birçok odacık ve bu odacıkların içinde eserler… En meşhur eser de Flaman resminin öncüleri Jan ve Hubert van Eyck kardeşlerin Mistik Kuzu adlı resmş. Van Eyck kardeşlerin resimde bu kadar önemli olmasının sebebi yağlı boya tekniği geliştirmeleri ve Orta Çağ resminin geleneklerinden ayrılarak günlük hayatı konu alan resimler yapabilmeleri. Mistik Kuzu resminin de en ilginç yanı resimdeki kuzunun yüzü olarak gösterilebilir. 1432 yılında yapılan resim 2012 yılında 2,4 milyon dolarlık bir restorasyona uğramış ve kuzunun yaklaşık 100 yıl önce büyük değişime uğradığı ortaya çıkmış. Restorasyon sonucu kuzunun yüzü aşağıda verdiğim gibi bir değişimle eski haline kavuşmuş. Normalde özel bir ücret ödeyerek bu resmin bulunduğu odacığa girip inceleyebiliyorsunuz. Ben girdiğimde hem restorasyon olduğu için tam göremedim, hem de odacıklar tamamen kapalı olmadığı için dışarıda mermer sütunlar arasından biraz görebildim.
Şehrin en ünlü çikolatacısı ise Luc Van Hoorebeke Chocolatier. St. Bavo Katedrali’nin önündeki meydanda bulunan çikolatacıdan kakao oranı %97’ye kadar çikolatalar, birbirinden lezzetli pralin ve trüfler bulabilirsiniz. Dükkanın en güzel kısmı ise bodrum katta çalışan çikolata makinalarını bastığınız tabandan izleyebiliyor oluşunuz. Leonidas’ta 2,5€’ya satılan standart kalıp çikolatalar burada 7-8€ civarında. Kalite farkına, fabrikasyonla zanaat arasındaki farkı biraz da bu şekilde anlayabilirsiniz.
St.Bavo Katedrali’ni geçerseniz bu sefer karşınıza Geeraard de Duivelsteen çıkıyor. Şeytan Gerald’in Şatosu olarak Türkçeleştirebileceğimiz bu yapının kökenleri 13. yüzyıla dayanıyor. Cephanelik, manastır, şövalye konutu, hapishane ve okul gibi birçok işlevde yüzlerce yıl hizmet vermiş. Ancak şu an herhangi bir giriş bulunmuyor. Nehir kenarından mimarisine hayranlıkla bakabiliyorsunuz.
Benim için Gent turu burada aslında bitti. Ve Brugge’e geçmek için tren garına yöneldim. Eğer sizin zamanınız varsa aşağıda sayacağım yerlere uğramadan dönmeyin. Ama unutmayı bu yerlerin çoğuna uğrayamama sebebim pazartesi günü kapalı olmaları.
‘t Klein geluk in ‘t Groot Vleeshuis (The Great Butchers’ Hall): Geleneksel ürünlerin buluşma noktası! Bu alanda 200 civarında bölgesel yiyecek bulma şansınız var: bira ile yapılan peynir, hardal, Flaman likörü, bira ve şarküteri ürünleri… Anlayacağınız yemeden çıkamayacağınız bir mekan. Sadece pazartesi günleri kapalı oluyormuş.
Confiserie Temmerman: Gent’e ait geleneksel Mokken, Knopkes, Muilentrekkers ve Cuberdn gibi şekerlemeleri bulabileceğiniz bir mekan. Çarşambadan pazara kadar açık oluyormuş yalnızca.
Cafe Folklore: Otantik atmosferi ile biranızı yudumlayabileceğiniz ve ücretsiz ikramı olan Kroakemandels yani kavrulmuş tuzlu bezelyeden tadabileceğiniz bir mekan. Pazartesi hariç her gün açık.
S.M.A.K. (Musée Municipal d’Art Contemporain) & MSK (Musée des Beaux-Arts): Şehrin sanat merkezi konumundaki bu iki müze yan yana bulunuyor. İlki modern ve güncel sanata odaklanırken diğeri genel olarak güzel sanatları ele almış durumda. Ama güncel sanat müzesi S.M.A.K. pazartesi günleri hizmet vermemekte.
Tasarım Müzesi (Design Museum Gent): Çarşamba günleri kapalı olan Tasarım Müzesi 20 bin civarında eseriyle 19. yüzyıl tasarımına odaklanan bir müze. Ünlü Belçikalı tasarımcılardan Xavier Lust, Paul Quadens, Dirk Wynants gibi tasarımcıların eserlerini görebilirsiniz.
Comentários