I. Gün
Yaz 2018, yine bir Pegasus indirimi, bu sefer İzmir aktarmaları da ücretsiz, ablam İdil de gelmek istiyor, en ucuz nereye, Sırbistan ve Kosova’ya… Balkanlar’a gitmeye karşı hiç arzum olmamasına rağmen Pagasus yine kandırdı beni.
3 Şubat Pazar günü atladık uçağa. İstanbul’dan yaklaşık 1,5 saat sürüyor yolculuk Sırbistan’ın başkenti Belgrad’daki Nikola Tesla Havalimanı'na. Liman oldukça eski, inenlerle binenler aynı koridorlarda yürüyor, biraz karmaşa var. Telefonuna internet alacakları uyarayım, havalimanındaki telefon şirketi şehir merkezinin 3 katı fiyatına satıyor paketleri.
Hemen çıkar çıkmaz şehre giden otobüse attık kendimizi. Hemen otobüsün önünde bir kadın 300 Dinara bilet satıyordu. Başka bloggerlar limanın içinde bir büfeden daha ucuza alındığını söylese de sorduk soruşturduk sadece otobüsün önündeymiş biletçi.
Havalimanı şehre 20 dakika uzaklıkta bulunuyor. Merkeze varana kadar da şehrin genelde gidilmeyen kısımlarına mini bir tur atılmış oluyor. Otobüste hangi durakta olduğumuz gösteren bir ekran da yoktu, e tabi internetimiz de; Tren Garı’nın güzel ve eski binasını görüp şehir merkezine yakın olmalı düşüncesiyle attık kendimizi. Tren Garı Savalama bölgesinde bulunuyor. Bence şehrin en güzel bölgesi. Biraz eğimli sokakları, eski koca binaları ve sanki yaşam yokmuş izlenimi veren atmosferinde hemen bir pastane bulduk. Rus alfabesi ile yazılmış olduğu için adını veremeyeceğim ama fotosunu bırakıyorum. Yeri şehrin iyi restoranlarından Zavijac’ın sağından yukarı çıkan sokakta. Eski tarz iç döşemesi ve tatlılarıyla gördüğüm anda kendine çekti burası. Vitrindeki rulo şeklinde, kocaman kremalı tatlılar, sütlaçlar, şerbetli tatlılar derken ne alsam bir türlü karar veremedim. Tabii ki en göze çarpanı kocaman kremalıyı seçtim. Ne yazık ki görünüşü gibi güzel değildi tadı. Hamuru ekler hamuru gibiydi ancak kremada bir tatsızlık bir manasızlık vardı. Öyle yumuçacık değildi de hafif jölemsi gibiydi. Pek tatmin olmadım. Ancak Sırbistan’da sütlaç çok meşhur, denenebilir. Hatta bir yerde Sütlijac House diye bir mekan vardı. Türk tatlılarının benzerleri de var ama pek yenilesi durmuyorlar: Kadaif, Urmasice (Kalburabastı gibi), Ceten Alva (Tahin helvası). Onlara has olarak da Valna Alva (incirli rulo), Orasnice (cevizli çörek) ve bir de bembeyaz neredeyse tamamen krem şantiden oluşan kocaman pastalarından bir parça alınabilir.
Sora soruştura, kaydettiğim haritadan yeri göstererek konaklayacağımız hosteli buldum. Uygun fiyatı ve konumu ile tercih edilebilir. Ancak odamızın penceresi tavanda küçücüktü ve banyosu kattaki diğer odalarla ortak kullanılıyordu. 3 gece iki kişilik odaya toplam 188 TL ödedik.
Hostelimizin hemen yanı şehrin en önemli caddesi olan Knez Mihailova, burası Belgrad’ın İstiklal Caddesi. Dünyaca ünlü markalar, önemli mağazalar ve hediyelik eşya dükkanları bulunuyor. Knez Mihailova, III. Mihailo’dan alıyormuş. Osmanlı’nın Sırbistan’dan çekilmesini, Sırbistan’ın da fiilen bağımsızlığını sağlamış bu Sırp prensi. Sırbistan’da Orta Çağ’dan sonra ilk kez onun döneminde para basılmaya başlanmış. Cadde üzerinde hemen Telonor’a girip internet paketi satın aldım. 10 GB internete 545 Dinar ödedim, 15 gün kullanılabiliyordu.
Knez Mihailova, Kalemegdan’a bağlanıyor. Kalemegdan şehrin en tarihi bölgesi. Şehrin belki de en güzel manzarasına sahip bu bölge, Sava ve Tuna Nehri’nin tam birleştiği noktadaki bir tepe, üzerinde Belgrad Kalesi kurulu. Bölgeye girer girmez “Fransa’ya Şükran Anıtı” karşıladı bizi. Bu elinde kılıç tutan kadın heykeli, Fransa’ya I.Dünya Savaşı’nda çok destek veren Fransa’yı temsil etmekte imiş. Heykelin hemen arkasında ihtişamı ile Ordu Müzesi belirdi. Açıkçası askeri temalı müzeler pek ilgimi çekmediği için girmedim. Heykelden ilerleyince mecburen sağa dönerek Karadjordje Kapısı’ndan geçiliyor. 1807’deki Belgrad Kuşatması sırasında Türkler’e karşı isyan çıkartan birisiymiş bu Karadjordje. Türkler de kuşatınca bu kapıyı yağmalayıp köprüsünü yıkmışlar. Tabii şimdi restore edilmiş. İlerleyince üzerindeki saat kulesi ile İstanbul Kapısı karşıladı bizi. Türklerin Sırbistan’ı kontrol ettiği dönem bittiğinde şehrin anahtarları Prens Mihailo’ya bu kapı önünde teslim edilmiş. İstanbul Kapısı’ndan da geçince manzara bizi karşıladı. Bir tarafta Victor Anıtı, bir tarafta şehrin kalanı, Tuna ve Sava Nehri…
Türkler’in Belgrad’ı işgalinden sonra Zindan Kapısı adını alan kapı ve yanındaki Ružica Kilisesi de görülmeye değer taş yapılar. Kalemegdan’da ayrıca para verilip gezilebilecek Roma Kuyusu bulunuyor. Adamın grup grup alması üzerine herhalde kuyunun dibine iniliyor diye düşünmüştük ki sadece kuyuya tepeden bakılabiliyormuş. Açıkçası hiç de para verilip bakılması gereken bir özelliği yok. Kuyu, ambar ve zindan olarak kullanıldığı düşünülen kuyunun şahit olduğu değişik bir olay da var. 15 yy’da Türkler’in Belgrad’ı kuşattığı dönemde Kalemegdan’ı koruyan Macar garnizonuyla para karşılığı teslim olması için anlaşmaya varılmış. Yapılan hainliğin haberi Macaristan’a ulaşmış ve şehir kapılarındaki düşmana karşı bir ordu gönderilmiş. İhanet ettiği tespit edilen 37 kişi de açlıktan ölmek üzere Roma Kuyusu’na atılmış. Bir süre sonrasında açlıktan dolayı çıldırdıkları anlaşıldığında kuyuya bıçaklar atılmış ve mahkumlar bıçaklarla birbirini öldürmüş.
Kalemegdan’dan çıkınca iyice acıktığımızı fark ettik. Doğrusunu söylemek gerekirse koskoca Knez Mihailova Caddesi’nde doğru düzgün bir restoran yok. Ancak ona bağlanan sokaklarda birkaç iyi yer var, onları da fark edebilirseniz. Açlığımıza caddedeki standlar yardımcı oldu. Şansımıza yılbaşı standları henüz kaldırılmamıştı. Her taraf hala aralık ayı gibi süslü, ışıklıydı. Standlarda et, sosis pişirenler, ülkenin milli içeceği Rakija satanlar, Fransız peynircileri, yün çorapçılar, Chimney Cake satıcıları vardı. Biz de o kocaman etlerin görünümüne dayanamadık ve koskoca tencerede kaynayan Muckalica’dan aldık. Muckalica, çok lezzetli bir sulu et yemeği. İçerisinde soğan, biber, domates gibi sebzeler bulunuyor. Lezzetin sırrı da domuz eti ve yağı diyebilirim. Porsiyonuna yaklaşık 18 TL ödeyip asıl yemek yiyeceğimiz noktaya doğru yürümeye koyulduk.
Belgrad’da en çok dikkatimi çeken kafe ve restoranların dışarıdan hiç belli olmayışı oldu. Genelde çok hoş bir stile sahipler ve karanlık bir sokakta yürürken mekanın da açık olup olmadığını anlamak için içine dikkatlice bakmak gerekebiliyordu. Ayrıca çok alakasız bir yerde bir mekan tamamen dolu da olabiliyordu. Yani her şey öyle bir yere yuvalanmış değildi.
Akşam yemeği için tercihimiz To Je To oldu. Burası genel olarak yerel halkın gelmeyi tercih ettiği köfteci. Alçak masalarda taburelerde oturuluyor. Kötü yanı ki bu bütün ülkenin sorunu, iç mekanda sigara içiyor olmaları. Bu durum beni oldukça rahatsız ediyor. Hemen en meşhur Sırp yemeklerinden Pljeskavica ve Cevapcici söyledik, ama öncesinde ise Sarma. Sarma, etli lahana sarması. Yaklaşık iki parmak çapındaki dolmada neredeyse sırf et kullanılıyor. Domuz etinden yaptıkları için çok çok lezzetliydi. Tadı tıpkı Fransız et ezmesi “paté”ye benziyordu. Pljeskavica ve Cevapcici aynı tabakta ince ince kıyılmış soğan ve lahana ile servis edildi. Cevapcici buranın minik minik parmak köftleri olarak tanımlanabilir. Yağlı yağlı ve oldukça lezzetlliydi. Pljeskavica ise buranın burger köftesi. Genel olarak bizde tombik pide denen pide tarzı bir ekmeğin içinde yemeği tercih ediyor insanlar. Köftenin diğerinden farkı içerisindeki kıyılmış soğan ve sarımsak parçaları idi. Domuz ve sığır eti araştırmalarıma göre yarı yarıya konuyormuş. Açıkçası ben Pljeskavica’yı daha çok beğendim. Bu köftelerin olmazsa olmaz eşlikçisi ise Kajmak yani kaymak. İzmir Bergama’daki Yenigün Kahvaltı Salonu’ndan sonra yediğim en iyi kaymaktı. Sanki hafif tuzlu bir tereyağıydı. Ama kaşık kaşık yiyebileceğiniz yumuşaklıkta. Mükemmeldi, köftenin üzerine koyunca eriyor, köfteyi resmen uçuruyordu. Fiyatlar ise şu şekildeydi: Pljeskavica- 436 Dinar, Cevapcici- 436 Dinar, Sarma 100 Dinar, Kajmak 89 Dinar.
Akşam tatlısı yanında da kahvesi için durağımız Knez Mihailova paralelindeki Mihailo National Food & Drink adlı mekan oldu. Adına bakmayın, gayet modern bir yer. Sırplar’ın kendisine has kahvesi Domaca Kafa ve Trileçe söyledik. Domaca Kafa, tıpkı Türk kahvesi gibi. Zaten Osmanlılar zamnında tanışmış Sırplar kahve ile. Onlar da kahveyi cezve ile pişiriyor ve servis ederken bir tepside cezve, fincan, lokum ve şeker ile geliyor. Cezveler tek kişilik, bazen geleneksel olarak ince bakır bir cezvede geliyor. Enteresan olarak kahve fincana dökülünce kahvenin telvesi bizdeki gibi kalın bir tabaka oluşturmuyor, yok denecek kadar az. Herhalde masaya gelene kadar cezvenin dibine çökmüş oluyor. Telvesiz olduğu için Türk kahvesine tercih ederim doğrusu.
Kahvenin yanına bir de Trileçe söyledik. Hiçbir yerde 3 sütle yapıldığına inanmasam da garson kız gurrula 3 sütle hazırlandığını söyledi. Doğrusur belki. Üzerindeki karameli kendileri hazırlamışlardı, keki de gayet iyiydi; ağza attığın anda yok olmuyordu. Ülkemizde son yıllarda popüler olan bu tatlıyı hep Balkan tatlısı diye tanıttılar. Ama işin karmaşıklığını bir gazete haberinden okudum, paylaşayım:
“Trileçe aslında iki İspanyolca kelimenin birleşiminden oluşuyor. Tres ve Leches, yani ‘üç’ ve ‘süt’ ya da bir başka deyişle 3 sütlü tatlı... İspanyolcada ‘tres’ 3, ‘leches’ süt anlamına geliyor, o zaman tatlının Güney Amerika kökenli olması yüksek ihtimal. Biraz daha derin araştırınca 19. yy’den itibaren Latin Amerika’da yapılan bir tatlı olduğunu öğreniyoruz kitaplardan. Fakat yine kafa karıştıran bir konu var. Aslında bu tatlı güzel hazırlanmış bir pandispanyaya üç sütün karışımından hazırlanan bir şerbetin dökülerek çektirilmesi ile hazırlanıyor. Üzerine de güzel bir karamel gezdirip servis ediyorsunuz. Pandispanya dediğiniz Avrupa kökenli, hatta İtalyanların sahip çıktığı, süngerimsi dokuda yumuşak bir kek (pan di spagna.) Anlamı da İspanyol ekmeği. Tatlının ismi İtalyanca, içinde İspanyolumsu bir keki var, yapıldığı yer Güney Amerika, bize geliş yeri Arnavutluk... Yani melez bir arkadaşla karşı karşıyayız. Zamanında Arnavutluk’ta Güney Amerika dizileri çok izlendiğinden dolayı bu tatlının ülkede çok popüler olduğu, damak tadı olarak da çok uyduğu için ülkede hızla yayılıp, boynuz kulağı geçer hikâyesindeki gibi, muhtemelen Güney Amerika’daki örneklerinden daha da iyi yapılmaya başlanmış.”
III.GÜN
Sırbsitan’da 3. günümüzü Belgrad müzeleri ve Belgrad’ın sakin kasabası Zemun’a ayırdık. Güne tabii ki bir Peakara da başladık. Pekara Đuroskı adındaki bu Pekarada peynirli pita (Pita Sir) ve Djevrek yani gevrek aldık. Gevrek doğrusu hiç ama hiç gevrek değildi. Oldukça sert ve dişle de elle de koparması zor bir yapısı vardı. Ancak üzerindeki hafif çiğdemler hoş bir hava katmıştı. Peynirli börek ise yine oldukça yağlıydı ve açıkçası çok da hoş değildi. Burada pekaralara gelen insanlar mutlaka hamur işinin yanına bir de Ajran alıyor. Tıpkı Adana ve Mersin’deki gibi “simit&ayran” meşhur diyebilirim.
Pekara’nın hemen yakınında Osmanlı’nın izlerinden biri olan Bayraklı Camii bulunuyor. Kanuni Sultan zamanında yapılan cami yapılışının ilk yıllarında ezan saati her tarafı bayraklarla donatıldığı için bu adı almış. Zamanında 200’ü aşkın camiye sahip şehirde şu an tek aktif cami bu cami. Ancak caminin taştan duvarları o kadar kötü bir biçimde restore edilmişti ki sanki yamalanmış gibi duruyordu. Ayrıca caminin de yanında Sırbistandaki Müslümanlar için bazı dernek tarzı kurumlar da bulunuyordu.
Camiden çıkıp doğruca St. Mark Kilisesi’ne doğru yürümeye koyulduk. Öncelikle karşımıza muazzam yapısı ile Meclis binası çıktı. Parlamento Binası (Narodna skupština), günümüzde Milošević hükümetinin kötü yönetiminin bir hatırlatıcısı olsa da hala mimari ve sanatsal açıdan ilgi görmekte. Meclis binasının hemen yanındaki Posta binası da görülmeye değer, biz de hemen yanından aşağıya sallandık.
Sıradaki durağımız St. Mark Kilisesi de öyle çok eski bir kilise değil. 1940 yılında inşaatı bitmiş olan kilise Krstić kardeşler tarafından Bizans mimarisinin canlandırılması düşüncesiyle tasarlanmış. Özellikle kiremit tonlarındaki rengi ve yukarıya doğru uzayan 2 kulemsi yapısı ve çan kulesi ile dikkat çekiyor.
Sonraki durağımız St. Sava kilisesi. Bembeyaz ve kubbeli yapısı ile dikkat çeken bu kilise de Balkanlar’ın en büyük kiliselerinden biri olmaya aday. Çünkü hala yapımı devam etmekte. 1935 yılında inşasına başlanan kilise II. Dünya Savaşı sırasında Nazi saldırısına uğramış ve epey zarar görmüş. Yugoslav döneminde de devam edilememiş yapımına. Şimdi de yalnızca bağışlarla tamamlanmaya çalışılıyor. Girdiğimizde kilisenin ana kısmına girilmiyordu. Yalnızca bodrum katına giriş izni vardı. Duvarları süsleyen yepyeni ama bir o kadar da güzel resimleri görme şansı elde ettik yine de.
Kilise turumuzu tamamladığımıza göre Nikola Tesla Müzesi’ne gidebiliriz. Nikola Tesla, Sırp asıllı Amerikalı bir mucit. Özellikle, elektriğin kablosuz taşınabileceğini göstererek günümüz teknolojisinin temelin attığı söyleniyor. Müze aslına bakarsak çok ilgi çekici değil. Tesla’nın bazı eşyaları ve bazı deneylerinin birer kopyası bulunuyor. Rehberli grup bileti alınırsa bu deney ve icatların bir gösterimi yapılabiliyor. Biz de şanslıyız ki bir gruba denk geldik ve elektrik akımının nasıl boşlukta yayılabileceğini gösteren deneylere gözümüzle şahit olduk. Müzenin giriş ücretini bilemiyorum. Çünkü girişten hemen sağı dönünce bilet almadan gezmişiz biz müzeyi, paralı olduğunu çıktıktan sonra fark ettik. Çok para harcamadan gezmek isteyenlere bir ipucu olsun, gişe girer girmez olmadığı için usulca gezmeye başlayabilirsiniz.
Nikola Tesla Müzesi’ne kadar gitmişken bir de Kalenic Pazarı’na uğramakta fayda var. Sırbistan’da sabit pazar yerleri var. Pazarcılara ayrılmış eşit boyuttaki standlarda her gün pazarcılar çeitli ürünler satıyorlar. Kalenic pazarı ise konumu ve büyüklüğü ile en dikkat çekeni bu pazarların. Novi Sad pazarında da gözlemlediğimiz gibi burada da genllikle sebze boyları oldukça küçüktü. Değişik olarak kırmızı biberler bizdeki gibi pul şeklinde değil de üst üste kurumuş bir şekilde dizilmiş ve bağlanmış şekilde satılıyordu. Sanırım bu biberleri yağda kızartıp kaymakla servis ediyorlarmış. Bir ilginç nokta ise oldukça fazla balkabağı satıcısının olması ve bu satıcıların kabakları rendeleyerek satıyor olmasıydı.
Balkabağı demişken, Belgrad’ın mutlaka gidilmesi gereken noktasından bahsetmem gerekir. Kalenic Pazarı’nın hemen yanında aynı modelle yapılmış mini dükkanlar bulunuyor. Bu dükkanlardan biri de börekçi. Adam börekleri gerçekten Balkan usulü yapıyor. Üstü de közle kaplı sac ile kapatılan börekler altlı üstü odun ateşinde pişiyor. Mantarlı, peynirli, balkabaklı, ıspanaklı… Hepsi birbirinden leziz görünen böreklerden hangisini alacağımıza karar verememişken adam önce mantarlıdan sonra da peynirliden ikram etti. Herhalde hayatımda yediğim en güzel peynirli börekti. Peyniri ayrı bir lezzetli, hamuru ayrı bit kıvamındaydı.Hem çıtır hem kıtır hem de yumuşak. Bu pişirme yöntemi bu güzelliği kayıyor işte. Doğrusu pekaralarda yediğimiz börekler Türkiye’de de adım başı karşımıza çıkan börekçilerdeki kol börekleri gibiydi. Aşırı yağlı, ince ve kat kat dağılan ama yiyince pek de hoşa gitmeyen cinstendi. Her yerde bu tarz börekçi göreceğimi sanmıştım ama şans eseri karşıma çıktı. Hiçbir blogger önermez burayı, mutlaka ama mutlaka gitmeli buraya. Balkabaklısına gelecek olursak, şu an yazarken aşerdim resmen, hamurun arasında hafif karamelize olmuş tatlı ve tuzlu arasında ama tatlı yönü ağır basan rendelenmiş kabaktan oluşan mükemmel bir lezzet. O gün eve dönecek olsak bir kutu paket yaptırırdım herhalde.
Börekleri de yediğimize göre sıra Zemun’da! Belgrad'a gidenlerin çoğunun uğramadığı ama bence özellikle bahar aylarında şehrin en güzel bölgelerinden biri Zemun. Zemun aslında önceleri şehirden bağımsız bir kasaba imiş. Belgrad, Türk hakimiyetinde iken Zemun nehrin ötesinde Habsburg Hanedanı'nın yönetiminde kalmış. Tuna Nehri'nin kıyısına kurulmuş bu kasaba şehrin karşı yakasının merkezi haline gelmiş günümüzde. Alçak katlı, renkli evleri, taş döşenmiş şirin sokakları ile dikkat çekiyor burası. Buranın da ayrı bir çarşısı var. Bakire Meryem Kilisesi, halk pazarı bu çarşıda yer alıyor.
Zemun'a gelenlerin mutlaka uğraması gereken yer ise Gardoš Kulesi. Kule 1896 yılında bölgedeki Macar hükümdarlığının 100. yılı anısına yaptırılmış. Kulenin bulunduğu Gardoš tepesinde Zemun Kalesi'ne ait sur kalıntıları da bulunuyormuş. Bu kuleden sis yüzünden biz göremesek de Tuna Nehri ve Belgrad'ın muhteşem manzarası görülebilir. Bahardan itibaren eminim ki yemyeşil oluyordur buralar. Sezonunda gelenlere Tuna Nehri kıyısındaki güzel restoranlarda yeme imkanı da sunuyor Zemun. İçinden geçen ana cadde Glavna' nın karşı tarafına geçip daha esnaf dükkanlar görmek mümkün, kuyumcular, mobilyacılar ve tabii ki Sırbistan'ın fırını pekaralar burada.
Havanın soğukluğundan İdil söylenmeye başlayınca şehre geri dönmek zorunda kaldık. Numarasını tam hatırlamasam da Zemun’a gelen otobüsleri kullanırken para vermeye kalkmayın bence. Gözlemledik kimse basmıyor bilet yerine. Bizdeki gibi sadece ön kapı açılmıyor, herkes orta kapıdan biniyor. Yanlış hatırlamıyorsam bizim paramızla 7-8 liraya denk geliyordu bir gidiş.
Zemun’dan dönünce şehrin en meşhur ve lüks restoranı Question Mark ?’a gittik. Bu mekan Blegrad’ın en eski kafesi olma özelliği taşıyor. 1824’ten beri o kadar el değiştirmiş ki sonunda ad koymak yerine ? olsun demişler adı. E böyle eski bir hikayesi olunca fiyatlar da artıyor tabii. Gerçekten çok pahalı olduğu için yemek yemekten vazgeçip başka yerlerde görmediğimiz tatlıdan almayı tercih ettik. Tufaije, içi ceviz dolgulu elma tatlısı. Pişirilmiş elmanın içine cevizli şekerli bir karışım üzerine de krem şanti eklenmiş. Gerçekten çok lezzetliydi, yemek için değil de tatlı için gidilir bu mekana. Tatlının fiyatını hatırlamasam da İdil’in içtiği Sırbistan kahvesi Domaca Kafa 180 Dinar idi.
Biz de yemek için dün yediğimiz ve fiyat & lezzet açısından uygun bulduğumuz Zavijac’a geçtik. Bu sefer Domuz Boyun, Zavijac Ev Yapımı Sosis, Urnebes, Ajvar ve Proja aldık. Urnebes, genellikle et ile servis edilen peynirli bir sos olarak tanımlanabilir. Tadı biberli lora çok benziyor, hem ekşi hem tuzlu yoğurt kıvamında. Zaten yapımında biber ve peynir kullanılıyor. Ajvar da biberle yapılan bir sos, yavaş yavaş közlenen biberler ayçiçek yağı, tuz ve sirke ile birleştiriliyormuş. Adı da Türkçe Havyar’dan geliyormuş, ama ne alaka onu anlayamadım. Etlerimiz de oldukça lezzetliydi, domuza doyup otelimize gittik, yarın yolculuk Niş’e!
Kommentare