Kara Cuma indirimleri beni bu sefer Belçika yollarına düşürdü. 2019’da Pegasus değil yeni keşfettiğim Corendon Airlines idi en ucuz biletleri satan. 2004 yılında kurulmuş Türk tescilli bir havayolu olmasına rağmen 2019 yılında fark etmiş olmam garipti ama herkese tavsiye ederim. En güzel yanı İstanbul haricindeki diğer şehirlerden yurt dışına direkt uçuşların bulunması. Ben de Belçikaya gitmek için daha ucuz olması adına Köln’e uçmayı tercih ettim. Gidiş 15 dönüş de 39,99 Euro’dan gayet ucuza bir uçuş oldu.
“Köln’e uçup Belçika’ya geçmek kolay mı?” sorusu hemen aklınıza gelmiştir. Para uğruna biraz uykusuzluğu göze almak, bir de otobüs saatini iyi denk getirmek gerekiyor. İzmir'den 23.30’da kalkan uçağımla süren 3-3,5 saat süren yolculuğum sonrası gece 2.40’ta da FlixBus’tan aldığım Brüksel otobüsü ile sabah 6.30 civarında Belçika’nın başkenti Brüksel’de idim.Türkiye’de de Kâmil Koç’u satın alan Flixbus, Avrupa’da aslında ucuz ulaşımın adresi. Her ne kadar herkes Avrupa’da Türkiye’de olmayan yaygın demiryolu ağını öve öve bitiremese de tren biletlerinin çok pahalı olduğunun sanırım farkında değiller. Örneğin Almanya’da Flixbus ile 7 Euro bir yolculuk trenle 25-30 Euro civarında oluyordu. Tren ağı yaygın olsa da onların otobüs ağı yok denecek kadar az. Sadece Flixbus’a bağlı kalıyorsunuz, bu da seyahat planlarınızı etkileyebiliyor.
Brüksel’de kaldığım hostelden de bahsetmezsem olmaz. Kaldığım en iyi hostellerden biri idi: The Meininger Hotel Gare du Midi. Orta Tren Garı’nın yanında bulunan bu hotel, kalabileceğiniz en ucuz yer olmasına rağmen oldukça konforluydu. Sadece tarihi şehir merkezine 20 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Aynı hotel zincirinin bir de Brussels City Center şubesi de var, aklınızda bulunsun.
Sabahın 6.30’unda gelip hotele eşyalarımı bıraktıktan sonra büyük bir heyecanla attım kendimi soğuk ve karanlık sokaklara. Buradan Avrupa’ya seslenmek istiyorum: “Ey Avrupa! Neden erken kalkmıyor ve neden erken uyuyorsun?” Almanya’daki klasik ruhsuzluk beni burada da karşıladı. Sabah herkes işe gidiyordur, fırınlar açılmıştır, sıcak sıcak oturur kahvaltı yaparım derken açık bir şey bulamadan saati 9 yaptım. Herhalde bizde dükkanlar geç açılıp erken kapansaydı işsizlik iki katına çıkardı, bunu çıkardım artık.
Belçika’ya geldim diye sanırım mecburen olsa da güne çikolata ile başladım. Şehirde her yer çikolata, gerçekten de nerede en iyisi, hangisi en lezzetlisi diye anlamaya çalışırken 1 ay geçer. O yüzden siz gördüğünüz çikolatacıya dalın, varsa ikram tadın en azından çikolataya doyun. Gezi yazısı her seferinde “Çikolatacıya girdim.” diye bölünmesin diye çikolatacı listesini baştan vereyim. Belçika’da diğer şehirlere uğrayacaksanız çikolata alışverişinizi Brugge ve Gent’te yapabilirsiniz. O yüzden bütçenizi oralara da ayırabilirsiniz. Ama gelin Antep’teki baklavacı meselesi gibi Brüksel’in çikolatacılarına değinelim:
Le Comptoir de Mathilde (Chocolaterie - Epicerie Fine):
Doğrusunu söylemem gerekirse görsel olarak en çok hoşuma giden çikolatacı burası oldu. Camembert peynir görünümünde çikolatadan, tokmak ile kırdığınız kalıp çikolatalara; şekersiz sürülebilir çikolatadan sıcak çikolataya her şey vardı. Ayrıca çikolatadan farklı olarak Likör şurubunda bekletilmiş krepler de ilginizi çekecektir. Brüksel’de 2 şubesi olan bu markanın Fransa’da yaklaşık 20 şubesi olduğunu da hatırlatayım. Çikolataların kalitesi tartışılır. Çünkü ne kadar çok şube o kadar çok endüstriyel ürün demek. Ama yine de en azından tatmak için uğrayın.
Leonidas:
Belçika çikolatası denince akla gelen ikinci isim Leonidas oluyor. Şu an 1300’den fazla şubede lezzetlerini sunan çikolata devlerinden biri olan marka aslında Belçika pralin çikolatasının atalarından. Yunanistan doğumlu olan Leonidas Kestekides, Belçika’nın en meşhur pralin tipi olan “Manon”un mucidi. Büyük bir pralin parçası olan Manon içi kremalı ve fındık içeren beyaz çikolata kaplı bir çikolata.
Neuhaus:
Belçika’nın çikolatası ile bu kadar ön plana çıkması aslında pralin çikolataları sayesinde. Pralin’in mucidi ise Jean Neuhaus. 1857 yılında dedesi Brüksel’e göçüp şekerleme dükkanı açmış. Dededen toruna nesiller boyu devam eden şekercilik Neuhaus’un çikolata ile kapladığı fındıklara “pralin” adı vermesiyle çikolatacılığa dönüşmüş. Daha sonra karısı da bu pralinleri koymak üzere kutu tasarlamış. Buna da “ballotin” adı vermişler. E haliyle şimdilerde Belçika’nın en lüks çikolatacılarından biri. Tabi lüksleştikçe ücretsiz tadım şansı da azalıyor. Çikolatalar özel maşa ile alınan altın değerinde bir yiyecekmiş gibi muamele görüyor.
La Belgique Gourmande:
Çok güzel dizayn edilmiş vitrini ve çikolata şelalesi ile tüm turistleri kendine çeken mekanda orta yollu, lezzet bombası olmasa da yediğinize değecek çikolatalar bulabilirsiniz. Buranın tuzlu karamelli, bademli, fındıklı ve daha bir sürü malzemeli kalıp çikolatalarından küçük küçük parçalar alıp tadın mutlaka. Ayrıca burada kendinize özel kalıp çikolata da yaptırabiliyorsunuz. Üzerine istediğiniz ismi, deseni yaptırabileceğiniz çikolatalar güzel bir hediye olabilir sevdiklerinize.
Elizabeth:
Akşam her yer kapandığında canınız çikolata mı çekti? Doğruca Elizabeth’e gidin. Birçok şubesi var, hepsine uğrayın derim. Hepsinde farklı ikramlarla karşılaşabilirsiniz. Minik kakao çekirdeği görünümlü ikramlık bitter çikolataları oldukça lezzetliydi. Ben buradan farklı olsun diye aslında Gent şehrinin meşhur olan Cuberdon adlı şekerlemesinden aldım. Almaz olaydım. Orman meyvesi aromalı antibiyotik tadında dışı jelibonumsu içi sıvı dolgulu, şeker bombası bir şekerlemeydi.
Belçika bildiğiniz üzere biraz karışık bir ülke. Ülke, 3 bölgeden oluşuyor. Flaman Bölgesi, ülkenin kuzeyini oluşturuyor ve burada Hollanda’da da konuşulan Flemenkçe hakim. Ülkenin güney kısmı ise Valon Bölgesi, Fransızca hakim. Brüksel ise ülkenin ortasında, aslında Flaman Bölgesi ile çevrili ama 2 dil de hakim burada. Hatta Fransızca daha yaygın diyebilirim. Ülkenin doğusunda Almanya’ya komşu kısımlarda Almanca da hakim. Yani gezerken insan düşünüyor ki Belçika toprakları Fransa, Hollanda ve Almanya’dan koparılmış da “Hadi bir ülke kuralım” denmiş gibi geliyor. Tabii şu an tarihe hiç girmeden cahilce bir yorum olsa da gerçekten gezdiğinizde fark edeceksiniz Brüksel hariç her bölge kendi diline ve topluluğuna sahip; bölge değişince ülke değiştirmiş gibi hissediyorsunuz.
Brüksel gezinizin merkez noktası Grand Place. Tarih boyunca şehrin idari, ticari ve sosyal merkezi olmuş bu meydanda belediye binası olarak kullanılan Hotel de Ville ve bir zamanlar kralın ikametgahı olan Maison du Roi bulunuyor. By yapı ise günümüzde ise Brüksel Kent Müzesi olarak hizmet vermekte. Meydanın en meşhur etkinliği ise 2 yılda bir her ağustos ayında 5 günlüğüne çiçeklerden oluşan bir halı sergilendiği Tapis de Fleur festivali.
Meydandan bir 5 dakika uzaklıkta ise şehrin en meşhur heykeli Manneken Pis yani İşeyen Çocuk Heykeli bulunuyor. 61 santimetre boyutundaki bu minicik bronz heykel Hiëronymus Duquesnoy the Elder tarafından tasarlanmış. 1618 ya da 1619 yıllarından birinde yerleştirilen heykel aslında birçok kez çalınmış. Ve günümüzde gördüğümüz orijinal olanı değil. Ayrıca bir gelenek var ki heykeli farklı kıyafetlerle giydiriyorlar. Acaba size hangi kıyafeti denk gelir bilemem. Kıyafetleri merak ediyorsanız hemen ilerisinde kıyafetlerinin bir koleksiyonunun olduğu bir müze de var.
“Brüksel’de nerede ne yenir?” sorusunun ilk cevabı Chez Léon’da midye yemek oluyor. Hemen tarihi şehir merkezinde bulunan mekan Léon Vanlancker tarafından 1869 yılında açılmış. O tarihtan günümüze Vanlancker ailesinden 6 farklı kişi yönetmiş mekanı. Ama ta o zamandan bugüne menü genişlemiş olsa da değişmeyen bir lezzetleri var: Moules frittes. Yani midye ve patates kızartması. Koca bir bakır tencerede özel suyu ile pişmiş midyeler yanında patates kızatması ile önünüze geliyor. Doğrusu ben bunu değil de diğer midye çeşitlerinden; “Moules en plaque” serisinden Gratin’i tercih ettim. Bu serideki midyeler her bir midye kabuğuna özel oyuklara sahip bir bakır plağın içinde geliyor. Gratin’in özelliği ise midyelerin üzerinde peynir ve muskat olması. Gerçekten mükemmeldi. Yalnızca peyniri donmadan yemek gerekiyor ve yemesi de biraz zor. Ve eğer ekmek yemezseniz bütün sosu plakta kalıyor. Beure à l’ail (sarımsaklı tereyağlı), Provençale (domates, sarımsak ve peynirli), Beurre a l’ail gratinées (peynir, sarımsak ve taze otlu) gibi çeşitleri de var. Fiyatlar 14-19€ civarında değişiyor. Pahalı demeyin mutlaka bir kez deneyin!
Chez Léon’da yemeğinizden sonra gezime Galeries Royales Saint-Hubert’te devam ettim. Mimar Jean-Pierre Cluysenaer tarafından 1846 yılında tasarlanıp inşa edilen bu mekan aslında o zamanın bir alışveriş merkezi. Günümüzde de turist akınında olan mekanda Belçika’nın meşhur dantellerini satan mağaza, pahalı çikolatacılar ve kafeleri bulabilirsiniz.
Eski şehir bölgesinde dolaşırken beni kendine hayran bırakan bir mekan da Aux Merveilleux de Fred. Tamamen camekan olan dükkanda, sattıkları ürünlerin de yapılışını izleyebiliyorsunuz. Aslında Belçika’ya özgü olmayan bu Fransız markasının Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre ve Amerika’da da şubeleri var. Ön plana çıkan lezzeti ise Le Merveilleux. Fransızca’da harika anlamına gelen bu lezzet, altı beze, üstü çikolatalı krema ve çikolata kırpıklarından oluşan hafif ve basit bir lezzet aslında. İki lokmalık boyundan normal bir pasta boyutuna kadar çeşitli boyları da mevcut. Le Merveilleux ile aynı mantıkla yapılan L’Impensable (kahve kremalı), L’Incroyable (beyaz çikolatalı) gibi çeşitleri var. Minik boyutlarının tanesi 3,10 Euro. Ben sadece Le Merveilleux’den sonra yine buranın meşhur lezzeti Cramique’den tattım. Üzümlü, çikolatalı ve şekerli çeşitleri olan Cramique aslında açma tarzı bir şey. Ben şekerlisini denedim. Açıkçası şekerli hamur yiyor gibiydi. Çok beğendiğim söylenemez.
Belçika demek Waffle, Fransızcası ile Gaufre (Gofr) demek! Gaufre’un en temelde iki çeşidiyle karşılaşıyor gelenler. Gaufre de Bruxelles ve Gaufre de Liège. Yani Brüksel ve Lie?ge şehirlerine ait bu iki lezzetin bizdeki wafflelar ile bir alakası yok diyebilirim. Bu iki Gaufre’u birbirinden ayıran ise hamurları. İkisi de mayalı olan bu hamurlarda Liège usulü olan da toz şekerden biraz daha büyük şeker taneleri bulunuyor ve hamur Brüksel usulündeki gibi sıvı değil yoğurulabilen bir kıvamda oluyor. Hatta koca hamurdan küçük bir parça koparıp önce tartıda ölçüyorlar sonra makinede pişiriyorlar. Daha kalın ve tıknaz yapıya sahip Liège Gaufre’u kare şeklinde oluyor. Brüksel’de bile daha çok Liège Gaufre’u satılıyor. Üzerine ne koydurursanız artık, çikolata, çilek, krema… Ama en güzeli bence pudra şekerli alıp hamurun tadını çıkarmak. Liège ise hiç öyle üzerine bir şey koyduklarını görmedim. Orada zaten bir de içi tarçınlı versiyonunu satıyorlar, çok tatlı geliyor kendi halinde. Brüksel Gaufre’u da söylediğim gibi sıvı bir hamura sahip. Piştikten sonra dışı çıtır çıtır içi yumuşak bir yapıya sahip. Dikdörtgen şekilde sunulan bu Gaufre’u yemek için en popüler adres Maison Dandoy. Normalde 2,5€’ya satılan Gaufre burada oluyor 5,5€. Normalde oturabildiğiniz bir alanı olsa da ben gittiğimde tadilatta olduğu için elde yemek zorunda kaldım. Yine pudra şekerli tattığım bu Gaufre da oldukça güzeldi. Hamurun yapısı ve hafif ekşi tadı o kadar o hoşa gidiyor ki Euro bu kadar yüksek olmasa da hemen bir tane daha yesem dedirtiyor insana.
Hangi şehre gidersem gideyim önce müzelerini listeden çıkartasım geliyor. Brüksel’de de neyse ki hepsi bir arada sayılır. Müzelere ulaşmak için çok az tırmanmanız gerekiyor. Zaten hemen yolunuzun üzerindeki bölgeye “Mont des Arts” deniliyor. René Pechère’in tasarladığı park ve çevresindeki kütüphane, kongre merkezi bu bölgede yer alıyor. Parkı geçtiğinizde 2 dakika sonra Magritte Müzesi’ndesiniz. Burası aslında Kraliyet Güzel Sanatlar Müzeleri‘nin bir parçası. Bu komplekste 19. yüzyılın sonu eserlerini alan Fin de Siècle adlı müze, eski ustaların eserlerinin bulunduğu Le Musée Oldmasters ve antik kraliyet sanatı örneklerinin bulunduğu Musée Royal d'Art Ancien de bulunuyor. E bir de içeride ben gittiğimde Dali ve Magritte geçici sergisi de vardı. Toplu bilet alınca daha ucuza geldiğini görünce hepsine girmeye karar verebilirsiniz ama unutmayın özellikle kış ayında iseniz hava erken kararıyor ve kararınca da şehir ölüyor. O yüzde en ilginizi çeken müzelere girin bence. (Bunu diyen geçici sergi hariç hepsine girdi.) Tabi Magritte Müzesi’ni atlamak en büyük yanlış olur. Sürrealist sanatın öncü sanatçısı Belçikalı Magritte’in dünyadaki en geniş koleksiyonu çünkü bu müzede. İmgelerin İhaneti serisindeki “Bu bir pipo değildir” adlı eserinden hiç bilmediğiniz poster çalışmalarına kadar birçok eseri burada. 1803 yılında açılan Musées royaux des Beaux-Arts de Belgique (Kraliyet Güzel Sanatlar Müzeleri) aslında eserleri kadar mimarisi ile de dikkat çekiyor. Özellikle Musée Royal d'Art Ancien kısmı müze kompleksinin ana binasında bulunuyor. Dini konular ağırlıklı eserleri kadar mimarisi ile büyülüyor gelenleri.
Müzelerden çıkınca Avrupa Parlamentosu yönünde ilerleyince karşınıza Kraliyet Sarayı ve karşısında Brüksel Parkı bulunuyor. 2013’te tahta gelen Belçika Kralı I.Philip her ne kadar bu sarayda yaşamayı tercih etmese de siz sarayın içini, aslında dip kısında bulunan harabeleri gezme fırsatı bulabilirsiniz. 12.-18. yüzyıllarda kraliyet ailesinin kullandığı Coudenberg Sarayı çıkan yangın sonucu yok olmuş. Geriye de yer altında bulunan geçit ve odalar kalmış. Sonrada hemen yanında bulunan Kraliyet Sarayı dikilmiş.
Bildiğiniz üzere Brüksel, Avrupa’nın başkenti! 1957 yılında Belçika, Fransa, Hollanda, Lüksemburg, Batı Almanya ve İtalya’nın kurucu üyeliğinde oluşan Avrupa Birliği günümüzde 26 ülkeden oluşan bir siyasi yapı. Brüksel de bu birliğin parlamento işlerinin yürüdüğü şehir. Parlamento Genel Kurulu Strazburg’ta, sekretarya Lüksemburg’ta iken siyasi grup ve komiteler Brüksel’de toplanıyor. Her 5 yılda bir seçilen adaylar aslında buradan Avrupa’yı yönetiyor. Her ne kadar yönetim alanı olsa da çok çok turistik de bir alan. Parlamentarium adı verilen alanda Avrupa Birliği’nin tarihini anlatan, interaktif ekran, tavan ve masalarla gerçekten derinlemesine bilgiye ulaşabileceğiniz ücretsiz bir müze bulunuyor. Gelmişken oturumların yapıldığı yuvarlak meclis alanı Hémicycle adı ile anılıyor ve uyarayım hafta sonları giremiyorsunuz. E hafta içi de şansınıza kalmış. Eğer oturum yapılıyorsa sizi oraya almıyorlar. Ben iki defa şansımı denesem de bir türlü giremedim. Kısmet… :)
Avrupa Parlamentosu’na kadar yürümüşken biraz daha ilerleyip Arcade du Cinquantenaire’e uğramadan olmaz. Belçika’nın özgürlüğünün 50. yıl dönümüne özel bir zafer anıtı olma özelliği de taşıyor. Hemen aynı adı taşıyan parkın başlangıcında bulunan U şeklindeki yapı araba müzesi Autoworld ve Askeri Müze’yi de içinde barındırıyor. Buradan şehre yürümesi biraz uzun sürer ve yorucu olabilir. O yüzden hemen Arcade’ın biraz ilerisindeki Schuman metro istasyonundan şehre 1 ya da 5 numaralı hatları kullanarak 15 dakikada Central Station’da inerek varabilirsiniz. Brüksel’de tek yön bilet için vereceğiniz ücret 2,20€, tabi eğer toplu bilet alırsanız daha ucuza gelebilir. Ancak yürüyerek turistik gezinizin büyük kısmını halledebilirsiniz. Hatta yürüyün. Çizgi roman ülkesi Belçika’da sokaklar da çizgi romanlardan güzel kesitleri duvarlarında saklıyor.
Gare du Midi tarafında kalıyorsanız çok şanslısınız çünkü pazar günü Marché du Midi oluyor yani pazar kuruluyor. Ve muhteşem bir pazar! Bol bol yemek var. Pazar zaten öyle Fransız ve Alman pazarları gibi bizdekinden farklı durmuyor, resmen Türk pazarı gibi. Zaten pazarcıların bir kısmı Türk’tü. Bu arada tıpkı bizdeki gibi bağırıyor pazarcılar. Çoğu ülkede bağırdıklarını duymazsınız. Pazarın benim için en can alıcı noktası 6 tanesi 1,5 Euro olan avokadolardı diyebilirim. Yani dönüş uçağım Brüksel’den olsa valizi avokadoyla dolduracaktım. Avokado dışında bir de Çin’de yetişen Liçi bolluğu da vardı. Pazarın ilerleyen kısımlarında ise etçiler vardı. Tıpkı bizdeki tavuk çevirmeviler gibi ama daha çok katlı ve daha çok tavuk içeren çevirmeleri ile dikkat çekiyorlar. Ve sadece tavuk değil bir sürü de domuz ürünleri de var. Domuz kaburgalar, Merguez yani sosisler, Boulette yani köfteler. Bir de peynir ve şarküteri ürünleri alabileceğiniz küçük satıcılar da vardı. Herkes günlük birkaç dilim jambonunu veya peynirini alıp gidiyordu. Pazarın en ilgi odağı yiyecekçisi ise köprü altında yer alan Faslı aile işletmesiydi. Fas krebi adı altında tıpkı bizim gözlemeye benzeyen hamurişi ve çeşitleri satılıyordu. Hem de oturma yerleri de vardı. NCA da bunu görünce ziyafet çekmeye karar verdi. Etçiden bir parça “Oiseau sans tête” yani domuz jambonu sarılı köfte, şarküteriden “Jambon cuit” ve birkaç dilim taze peynir, avokadocudan dilimlenmiş bir avokado ve bir de Fas gözlemesi… Ohh tam bir kültür karmaşası ama lezzet bombası!
Normal pazarı bitirince ise bir diğer pazar beni bekliyordu: Marché aux puces yani bit pazarı! Diğer adıyla Vlooienmarkt. 1640 yılında açılan eski ve kullanılmış ürünler pazarı o zamanlar salı ve perşembe günleri halka hizmet veriyormuş. Yeri de biraz farklıymış. 1919 yılında günümüzdeki yerine yerleşen pazar aynı zamanda, ne kadar doğrudur bilemiyorum, dünyanın her gün açık olan tek antika ve bit pazarı olma özelliği taşıyormuş.
Sıradaki durak Brüksel’in hatta ülkenin simgesi olarak nitelendirilen Atomium! Şehrin hangi tarafında olduğunuza göre değişir ama tarihi merkezde iseniz De Brouckère metro istasyonuna inmeniz gerekecek. De Brouckère’den 1 numaralı metro hattına geçip Gare de l’Ouest (Weststation) yönünü kullanıp Beekkant istasyonunda 6 numaralı hatta geçiş yapmanız gerekiyor. Bu sefer yönünüz Roi Baudouin ve ineceğiniz durak Heysel. Ama ben bu aktarmalı yolculuk yerine, hem de bit pazarına daha yakın olduğu için Porte de Hal istasyonunu kullandım. Buradan direkt 6 numaralı hatta binerek Heysel durağında inebilirsiniz. Ama dikkat, 25 dakika civarında sürüyor yol, uyuyup kalmayın. Bizdeki gibi durağın adı anons edilmiyor metroda, sürekli kontrol halinde olmalısınız.
Heysel durağında indikten sonra 5 dakikalık bir yürüme mesafesinde Atomium. Zaten devasa yapısı ile görmemeniz mümkün değil. Expo 58 için bir sembol olarak inşa edilmiş bu yapı demirin atomik yapısının 165 milyar defa büyütülmüş hali. Her ne kadar büyük gözükse de sanki içine girilemiyormuş gibi gelse de 12€ (öğrencilere 8€) karşılığında yukarılara tırmanabiliyorsunuz. Ama uzunca bir sırayı da bekleyeceksiniz, unutmayın. Önce asansörle en tepedeki topçuğa çıkıyorsunuz, oradan şehre panoramik bir bakış attıktan sonra tekrar aşağıya inip bu sefer topçukları birbirine bağlayan silindirlerin içinden ilerleyerek bir tur atıyorsunuz. Topçukların içerisinde Atomium’un tarihini anlatan kalıcı bir sergi, geçici sergiler bulunuyor. Hatta bir topçuk da özel etkinliklere ayrılmış durumda. Bence düğün için oldukça orijinal bir tercih olabilir. Atomium hakkında biraz detay da vereyim. Yüksekliği 102 metre olan yapının topçuklarının çapı da 18 metre imiş. Uzunluğu 23-26 metre arası değişen silindirler ise 330 cm çapa sahip.
Bilet ücreti biraz pahalı gelmiş olabilir. Ancak bu bilet aynı zamanda 200 metre ileride yer alan ADAM Tasarım Müzesi’ne giriş sağlıyor. Müzenin kalıcı koleksiyonu “Plasticarium”, 2000 civarında plastik nesneden oluşuyor. 20 ve 21. yüzyılların tasarım anlayışını yansıtan koleksiyon Brükselli koleksiyoner Philipee Decelle tarafından 80’li yıllarda bir araya gelmeye başlamış.
Atomium’a gelmiken eğer zamanınız varsa hemen aşağı tarafta bulunan Laeken Parkı’nda da zaman geçirebilirsiniz. Belvédère Şatosu, Japon Kulesi, Amerika Pavyonu ve Laeken Şatosu parkta görebileceğiniz yapılar arasında. Benim o kadar zamanım olmadığı için doğruca şehre geri döndüm.
Brüksel’de özel olarak “Modern ve Güncel Sanat Müzesi” bulunmuyor. Ancak bu işlevi üstlenene galeri ve sanat merkezleri var. Bunların başında BOZAR geliyor. Beaux-Arts, Fransızca “güzel sanatlar” anlamına geliyor; BOZAR da bu iki kelimenin okunuşu. Kültür ve sanat kompleksi BOZAR, ülkenin dünyaca meşhur mimarı, Art Nouveau hareketinin kurucularından biri olan Victor Horta’nın eseri olan binada hizmet veriyor. Tiyatro, sinema, müzik, dans gibi birçok alanda birçok etkinliğe ev sahipliğe yapan merkezde benim şansıma en sevdiğim sanatçı Keith Haring’in sergisi vardı. Yazımı erken okuma fırsatı bulanlara müjde, sergi 19 Nisan 2020’ye kadar devam ediyor. 4 Mayıs 1958 tarihinde doğan 1990 yılında AIDS sebebiyle hayata veda eden Keith Haring, 80'li yılların New York'unun önemli isimlerindendi. Soyut dışavurumculuk, Pop Art ve Japon kaligrafisini sokak sanatı ile birleştirerek sanatı halk ile buluşturdu. Kolajları ve vidéo işleri de bulunsa da biz onu genel olarak basit renkler ve çizgiler ile yaptığı kendine has çizimleri ve vermek istediği mesajlar ile hatırlıyoruz. AIDS'e, ayrımcılığa ve emperyalist dünyaya karşı ürettikleri günümüzde hâlâ anlamını korumakta. Standart bilet fiyatları 18 Euro olan sergiyi 30 yaşının altındaysanız 9 Euro'ya gezebilirsiniz. Başka sergiye de geliyor olsanız dikkat etmeniz gereken bir durum var. O da öğrenci fiyatını bazı sergiler için bileti yalnızca online olarak alırsanız uyguluyorlar. Şansıma
wi-fi çalışmadığı için alamadığımı gösterince anlayışla davranıp yine de öğrenci fiyatından
verdiler bana.
Akşam yemeği mekanım Le Coin de l’Ecailler. Şehrin en meşhur restoranı Chez Léon’un yan tarafında bir sürü başka restoran var. Bunlar genel olarak Chez Léon ya da onun karşısında bulunan bir diğer kaliteli mekan olan Aux Armes de Bruxelles’e gelen müşterileri sokaktan ikna ederek kapmaya çalışıyorlar. Benim de en azından Türkiye’de en sevmediğim harekettir. Ancak Euro’nun 6,5 TL’yi de aşması sebebiyle ikna olmak zorunda kaldım diyebilirim. Çünkü bu restoranlar güne özel menülerde indirim yaparak 5-6 Euro civarında kar etmenizi sağlıyor. Tabi yedirdikleri ne kadar doğru lezzette bilemiyorsunuz. Doğrusu Le Coin de L’Ecailler beni hiç pişman etmedi ortamdan da gayet memnun kaldım. Yemek tercihim de geleneksel Belçika yemeklerinin başında gelen “Carbonade Flamande (Stoofvlees)” idi. Kuşbaşından biraz daha iri doğranmış sığı eti parçaları soğan ve siyah Belçika birası kullanılarak pişiriliyor. Yanında da tabii ki bir Belçika klasiği olarak patates kızartması ile servis ediliyor. Gayet lezzetliydi,ama doğrusu bu yazıyı yazarken tadını hatırlamadığımı fark ettim. Demek ki çok etkileyici değilmiş.
Bir başka akşam da şansımı tam Le Coin de l’Ecailler’nin karşısında bulunan “Le Marin”de denedim. Hiç gözüme iyi gözükmedi ama tavşan yemeden Belçika’dan dönmek istemiyordum. Çok yerde aradım ama tavşan öyle hemen her yerde bulunmuyor. Ama keşke yemez olsaydım. Çünkü evde yaptığımız kırmızı şaraplı tavşan çok daha lezzetli oluyor. Muhtemelen yabani değil de yetiştirme tavşan ile yaptıkları için etin tadı oldukça yavandı, tavuk etinden farksızdı. Ben bira ile pişirdiklerini düşünürken ayrı pişmiş etin üzerine bira ile hazırladıkları sosu dökmüşlerdi. Sos güzeldi ancak hazır marketten alınmış bir sos olup olmadığı konusunda tereddütlüyüm. Hele yanına getirdikleri patates kızartmasından bir Belçikalı olmadığım halde ben utandım. Ve bu beğenmediğim yemeğe 18 Euro ödedim, en üzücü tarafı budur. Artık Euro düş de, yediklerimizi bu kadar sorgulatma!
Brüksel’de bir de uğramanız gereken iki kilise var ki benim şöyle kapanmalarına 15 dakika kala uğradığım yerler oldu. Şehrin diğer yapılarından biraz daha sonra geliyor çünkü buraları. Cathédral des Sts. Michel et Gudule yapımı 300 yıl sürmüş Gotik mimarisi ile dikkat çeken bir kilise. Hemen 10 dakika uzaklıkta bulunan Eglise Notre-Dame du Sablon ise 15. yüzyıla dayanan hikayesinden çok Sablon/Zavel bölgesinde yer aldığı için dikkat çekiyor. Çünkü Sablon Meydanı’nda bir Antika Pazarı var pazar günleri kuruluyor ve meydanın etrafı güzel restoran ve mağazalar ile dolu.
Brüksel’de benim gidemediğim ama yazmadan olmayacak bir diğer adres ise Horta Müzesi. Victor Horta, Belçikalı bir mimar ve Art Nouveau akımının öncülerinden. Müze de onun eski evi ve mimarın yaşamı ve çalışmaları hakkında çok detaylı bilgi alabileceğiniz bir mekan. Şehir merkezinden biraz uzak mahallede bulunduğu için en az yarım gününüzü ayırmanız gerekiyor. Brüksel’de toplamda 2,5 gün geçirdim bu çok keyifçi iseniz 3-4 güne de çıkabilir. Ama bence uzatmadan diğer şehirlerini keşfetmekte fayda var. Çünkü çok daha farklı bir yapı ve aktiviteler o şehirlerde. Şehirler arası trenle yolculuk yapacaksınız. 25 yaşın altında iseniz GoPass biletle 6,60 Euro’ya her mesafeye tek fiyatla dolaşabilirsiniz. Maalesef yetişkinler için bu fiyatlar 11 Euro’dan başlıyor. Sanırım öğrencilik bitmeden daha daha fazla dolaşmam gerekecek!
Commenti