top of page

BRUGGE

Belçika’nın en turistik kenti Brugge! Tarihi yapıları, kanalları ve lezzetli mekanları ile Belçika’ya gelenlerin mutlaka uğradığı hatta artık Instagram’da buraya gelenlerin fotoğraflarından görmekten sıkıldığınız bir şehir. Evet ben de sıkıldım ama olmuyor; buraya gelmeden Belçika’ya gitmiş sayılmıyorsunuz! :)



Brugge’e Brüksel’den tren ile 1 saatte gidebilirsiniz. Ama bence önce bir günlüğüne Gent’e uğrayın. 20 dakika süren tren yolculuğu ile akşamına da Brugge’e geçin benim yaptığım gibi. Ama 20 dakika da olsa öyle ucuza gidemiyorsunuz. Öğrenci iseniz 6,60€’yu, değilseniz de en az 11€’yu gözden çıkarmanız gerekiyor. Avrupa’da tren ağı çok gelişmiş ama biletler gayet pahalı. 6,60€ olan öğrenci biletinin adı da GoPass ve hangi şehre giderseniz gidin o parayı ödüyorsunuz. Eğer ki haftasonu diğer şehirlere gidecekseniz akıllılık olur. Yanlış hatırlamıyorsam %50’li indirimli haftasonu bileti bulunuyor. Detayları garlardaki makinelerde görebilirsiniz. Makinelere kağıt para girmiyor. Ya bozuk para ya da kredi kartı kullanmanız gerekiyor.



Brugge de geceleri ruhsuzlaşan şehirlerden. Her ne kadar akşam gidip dolaşacağımı hayal etsem de sokakların ıssızlığı ve başlayan yağmur isteğimi kaçırdı. Tabi alkol kullanıyorsanız ülkenin meşhur biralarını tadabileceğiniz mekanlar mevcut. Ben de ülkedeki Waffle avıma devam etmek üzere Oyya adlı mekana gittim. Kapanmasına 10 dakika vardı ama herhalde bir 10 müşteri falan geldi. Gelmeden önce bayağı araştırmıştım ve gerçekten de yerellerin önerisi burasıydı. Özellikle dondurmaları çok seviliyormuş. Ben de bir Liège usulü bir waffle, üzerine de bitter çikolata aldım. Ama yediğimde bir kez daha anladım ki Waffle en güzel sadece pudra şekeri veya tarçınla güzel oluyor. Çikolata tamamen hamurun güzelliğini kapatıyor, sadece çikolata yiyormuş gibi oluyorsun. Lezzetli olmasına lezzetliydi ama diğer yediklerim ile karşılaştıramıyorum hamurun tadına varamadığım için.



Brugge’de kaldığım yerden de bahsetmeden olmaz. Benim gibi ekonomik ama kaliteli yerlerde kalmak isteyenleri direkt çeken bir mekan. St Christopher's Inn Hostel at The Bauhaus adlı bu hostel özellikle alt katında bulunan bira mekanı ile ön plana çıkıyor. Evet giriş gerçekten güzel bir tasarıma sahip ama odalar havasız ve dandikti. Zaten beni de ana binaya değil de yandaki binaya verdiler. Belki de ana bina farklıydı. Yani fiyatı ucuz, puanı yüksek ama Brüksel’de kaldığım yer aynı fiyatta olmasına rağmen konfor bakımından kat kat öndeydi.


Gelelim Brugge’ü keşfettiğim güne! 2 gün dolu dolu gezilebilecek bir şehir; ama eğer benim gibi 1 güne sığdıracaksanız karnınınız epey dolacak. Gezimin ilk durağı Patates Kızartması Müzesi yani Frietmuseum. İçeride meşhur Belçika patates kızartmasının tarihini patatesin tarihinden başlayarak öğrenebiliyorsunuz. İlk defa Peru’da evcilleştirilen patates bitkisi değerini Avrupa’ya gelince kazanmış. 5000 kadar farklı cinsi bulunan patatesin Belçika’ya gelme yılı da 1586 olarak biliniyor. Belçika şu an yılda 4 milyon ton patates üretimi ile dünyada 20. sırada yer alsa da kişi başı yıllık 300 kilo patates tüketimi ile birinciliği kaptırmıyor. Patates kelimesi ise İnkalar’dan geliyor. Aslında İnkalar sarı patateslere “papa” derken, tatlı patatese “batata” diyormuş. Bu iki ayrı kelime İspanyollar tarafından karışırtırılmış ve patates olarak bazı dillere geçmiş. Belçika’nın patates kızartmasının kökeni hakkında kesin bir bilimsel bilgi olmasa da şöyle bir rivayet bulunuyor. Meuse Nehri kenarında yaşayanlar nehirden tuttukları balıkları yağda kızartıp yiyorlarmış. 1750 yılı civarında soğuk geçen bir kışta nehir donunca balık tutmak da imkansız hale gelmiş ve halk da ellerindeki patatesleri küçük balıklar gibi kesip yağda kızartmışlar ve Belçika’nın meşhur patates kızartması yani “frite” doğmuş! Frites kelimesi de Liege’den Gent’e gelip bir patatesçi açan Fritz Hanım’dan geliyormuş. Ülkede, frieten, frittes, fritten gibi yazımları ile de karşılaşabilirsiniz. İki “t” ile yazılanların daha kalın ve büyük porsiyonlar olduğu da söyleniyor.


FRIETMUSEUM

Müzenin sürprizi ise en alt katta bulunan patatesçi. Yemek temalı müzelerin hepsinde olmalı bence böyle bir olay. Müzeden tam çıkacakken sizi patates kokusu karşılıyor. Ve müze bileti olanlara biraz da indirim yapıyorlar. Doğru usul ile önceden pişirilmiş patatesler bir kez daha daha kızgın 160 derece bir yağda birkaç dakika daha pişiyorlar. Sonra tuzlanıp istediğiniz sos ile servis ediliyor. Aslında burada nasıl yağ ile piştiği önemli. Müzede yazanlara göre domuz yağı, hindistan cevizi yağı ve palm yağı alternafiler arasında. Muhtemelen palm yağı gibi aşırı sağlıksız yağlarla pişiyor, tadından anlayamadım doğrusu hiç. Patatesin yanına çokça sos alternatifi var ve hepsi maalesef ki hazır üretilmiş. Şöyle gerçek ev yapımı mayonez verseler mesela havalara uçardım. Hazır olsa da Belçika’ya özgü bir sos olan Sauce Andalouse’u tercih ettim. Mayonez, domates, hardal ve çeşitli baharatların karışımından oluşan sos doğrusu fena değil. Ama patatesi de tıpkı Waffle gibi sade tercih ederim.


FRIETMUSEUM PATATESÇİSİ

Frietmuseum’dan bilet alırken dikkat edin, eğer Çikolata Müzesi’ne de gidecekseniz daha ucuza gelen ikili bilet bulunuyor. Öğrenci bileti 6€, tam bilet 7€ olan biletler ikili alındığında sırasıyşa 11,50€ ve 14,50€ oluyor. Patates kızartmasının üstüne tatlı olarak çikolatayı fazlasıyla bulacaksınız bu müzede. Çünkü sınırsız çikolata sunuyor bu müze gelenlere. Önce girişte bir küçük parça çikolata veriyorlar, ardından müzeyi gezerken beyaz, sütlü, bitter ve bitterin çeşitleri olan çikolatalardan sınırsız yiyebiliyorsunuz. Sıcak çikolatanın servis edildiği fincan takımlarından, süslü çikolata kalıplarına kadar çeşit çeşit enteresan objeler de bulunmakta. Tıpkı Frietmuseum’daki gibi burada da çıkmadan önce Pralin çikolatanın yapımını gösteren bir show gerçekleştiriyorlar. Müzeye de adını veren Chocostory firmasının bir şovu bu. Aslında müzede okuduklarınızın bir de kısa sözlü özeti, çikolatanın nasıl kalıplara döküldüğü, içinin nasıl doldurulduğu ve o Belçika’nın meşhur pralini haline geldiği aşama aşama gösteriyorlar. Hiç çikolata yememişsiniz gibi bir de ikram da ediyorlar. Pralin demişken biraz da Belçika çikolatasının tarihine değinmek de lazım.

Belçika’nın çikolatası ile bu kadar ön plana çıkması aslında pralin çikolataları sayesinde. Pralin’in mucidi ise Jean Neuhaus. 1857 yılında dedesi Brüksel’e göçüp şekerleme dükkanı açmış. Dededen toruna nesiller boyu devam eden şekercilik Neuhaus’un çikolata ile kapladığı fındıklara “pralin” adı vermesiyle çikolatacılığa dönüşmüş. Daha sonra karısı da bu pralinleri koymak üzere kutu tasarlamış. Buna da “ballotin” adı vermişler. Belçika çikolatası denince akla gelen ikinci isim ise Leonidas oluyor. Şu an 1300’den fazla şubede lezzetlerini sunan çikolata devlerinden biri olan marka aslında Belçika pralin çikolatasının atalarından. Yunanistan doğumlu olan Leonidas Kestekides, Belçika’nın en meşhur pralin tipi olan “Manon”un mucidi. Büyük bir pralin parçası olan Manon içi kremalı ve fındık içeren beyaz çikolata kaplı bir çikolata. Günümüzde çikolatanın vazgeçilmez malzemeleri ise şu şekilde: Ham kakao, kakao yapı, şeker, soya lesitini ve süt tozu. Tabi bitterde süt tozu yokken, beyaz çikolatada da ham kakao bulunmuyor. Şu lesitin olmasa zararlılık konusunda biraz daha masum olacak aslında. Ama doğrusunu söylemek gerekirse müzenin mağazasından aldığım ham kakao parçaları çikolata ile aynı etkiyi yaratıyor. Hatta kavrulmuş kakao çekirdekleri de var ki onları çıtır çıtır yemek ve kakao tadı almak daha da bir hoş.

CHOCOMUSEUM & SINIRSIZ ÇİKOLATALARI

PRALİN YAPIMI

Çikolataya doymadıysanız şehirde uğramanız gereken bir mekan da Choco-Jungle Bar. Aslında önce Çikolata Müzesi, sonra Frietmuseum ve en son bu mekana giderseniz daha uygun olur gibi geldi düşününce. Çünkü ben doğrusu biraz çikolata komasına girdim diyebilirim. Burası gerçekten uğramadan dönmemeniz gereken bir mekan. Çünkü burada tıpkı Aztek ve Mayalılar’ın yaptığı gibi sıcak çikolata yapılıyor. Aslında kakao, çikolataya dönüşmeden önce Maya ve Aztekliler tarafından içilen bir içecek, sıcak çikolata gibi. Kavrulan kakao taneleri ezilip çeşitli baharatlar ve ezilmiş mısır ile karıştırılarak sıcak suda birleşiyormuş. Çikolata kelimesinin de kökeni bu içeceğe dayanıyor. “choco-ha” Maya dilinde “sıcak su” anlamına geliyormuş. Tabi birçok başka rivayet var ama her türlü kakao ve suya bağlanıyor bu iş. Choco-Jungle Bar’da çeşit çeşit tarifler var ben de menüden “Aztec” olanı seçtim. Aztec usulü bu sıcak çikolata %64 bitter çikolata, vanilya ve bal içeriyor. Yanında tarçın, yıldız anason, karabiber, zencefil ve karanfil olmak üzere 5 farkı baharat bir tane tarif kartı ile getiriliyor. Bu kartta Aztek tanrıları ve onlarla eşleşmiş sıcak çikolata tarifleri veriliyor. Benim de tercihim her baharattan birer kaşık attıran bilgelik tanrısı Quetzalcoatl oldu. Çikolatalı mesir macunu içeceği gibi bir şey oldu doğrusu, gerçekten farklı ve güzeldi. 5,50€ verdim ve verdiğime değdi. Birkaç gün daha kalacak olsam diğer tarifleri denemeye de gelirdim mutlaka. Ve içecekten çok beni mutlu eden de sıcak çikolata servis ettikleri bardağımsı şeyleri satıyor olmalarıydı. Jicara adlı bir bitkinin kurutulmuş meyveleri Orta ve Güney Amerika’da bayağı kap olarak kullanılıyormuş. Ben de 4,50€’ya bir tanesini kaptım.


CHOCO-JUNGLE BAR

“Belçika çikolatası için hem uygun fiyat olsun hem de kaliteli olsun, sevdiklerime alayım.” diyorsanız Brugge’de böyle bir mekan var. Uzun süren araştırmalarım sonucu hem yerel halkın bolca alışveriş yaptığı hem de turist kalabalığından uzak bir mekan buldum: Chocolaterie & Biscuiterie Spegelaere. 1954’ten beri hizmet veren bu dükkan turistik merkezden bir 15 dk uzaklıkta yürüme mesafesinde. Böyle de olunca turist akınına uğramayan, işi esnaf usulünde devam ettiren bir mekan. Fiyatlarda öyle astronomik değil. Örneğin trüflerin kilosu 36€. (Evet Euro pahalı J) Ama buraya kadar yürümüşken içerideki o minik çikolata dışı şeylerden tatmadan dönmeyin. Adlarını bilmiyorum ama dışı kıtır tel kadayıf içi yumuşak kremalı benim favorimdi. Makaron görünümünde ama hamuru makaron gibi dağılmayan yumuşak bademli kurabiye de oldukça lezzetliydi.



Gelelim kentin asıl meydanına! 83 metre uzunluğundaki Belfry Çan Kulesi ile dikkat çeken geniş meydan faytonları, etrafındaki restoranları ile dikkat çekiyor. Şehre kuşbakışı bakmak isteyenler 10 Euro karşılığında kuleye çıkabilir ancak bence o kadar para harcamaya değmez. Buradan Burg Meydanı’na geçmek lazım. Belediye binası ile Kutsal Kan Bazilikası’nın bulunduğu meydanı önemli kılan bazilikadaki Hz. İsa’ya ait olduğu düşünülen kanlı bez parçası. Fanusun içinde bulunan bu bez bir görevlinin önünde duruyor ve sıraya girerek teker teker bakıyorsunuz. Benim gibi hiç araştırmadan bu kiliseye girerseniz biraz anlam veremeyebilirsiniz. Hatta o kutsal alanda avanak avanak dolanırsanız azarı da yersiniz. Doğrusunu söylemek gerekirse o kumaşı ben bir kaka parçası gibi algılamıştım ilk gördüğümde.



Burg Meydanı’nda bulunan pasajın içinden geçip şehrin en fotojenik bölgesine gidebilirsiniz. En fotojenik diyorum çünkü Brugge’e giden biri mutlaka burada bir fotoğraf çekiliyor. Quay of the Rosary denen bu noktada şehrin kanallarla bütünleşmiş mimarisinin tadını çıkarabilirsiniz. Hemen buralarda ülkenin meşhur dantellerinin de bulunduğu bir hediyelikçi var. Buradan güzel parçalar bulabilirsiniz. Kanal boyunca ilerlediğinizde ise kışım sadece haftasonları kalkan yazın da her gün bulabileceğiniz kanal turlarının başlangıç noktası bulunuyor. Herhalde Belçika’nın en soğuk zamanlarından birinde gitmiştim ki bir tane bile kıpırdayan bot yoktu.


QUAY OF THE ROSARY

Bir sonraki durağım ise Sint-Janshospitaal. Avrupa’nın en eski hastane yapılarından biri olan bu müze beklediğimin aksine eski hastane eşyaları, tedavi yöntemleri gibi konuları ele alan bir sağlık müzesi değil. Kuruluşu 12. yüzyıla dayanan hastane 1977 yılında müzeye çevrilmiş. Başta ressam Hans Mmeling’in resimleri olmak üzere Hıristiyan sanatı eserleri görmek mümkün.


SINT-JANSHOSPITAAL

Artık Brugge’den ayrılma vakti. Tren garına doğru yürürken belki de şehrin en güzel kısmı geliyor karşınıza: Aşk Gölü ve Begijnhof. Minnewater Park’ın bir parçası olan Aşk Gölü kuğuları ile dikkat çekiyor. Efsaneye göre Minna adlı genç bir kız başka bir halktan Stromberg adlı bir savaşçıya aşık olmuş. Babası da evlenmelerine izin vermemiş ve onu başka bir adamla evlenmeye zorlamış. Bu evlilikten kaçan Minna, kendini Stromberg’in kollarında bulmuş ancak o kadar yorgunluktan oracıkta ölüvermiş. Bunun sonucunda bu göle Aşk Gölü, üzerindeki köprüye de Aşk Köprüsü denmiş. Ama köprüyü geçince de karşınıza aşktan elini ayağını çekmiş bir kitlenin yaşadığı alan çıkıveriyor. Sessiz sakin bahçesi, beyaz cepheli evleriyle 1245’te kurulan Begijnhof, kiliseden azat edilmiş ama hayatlarının sonuna kadar dindar ve bekar hayat sürmeye ant içmiş rahibelerin yaşadığı mini bir köy aslında. Burada yüksek sesle konuşmak yasak. 17. yüzyılda buradaki evlerin bir örneğini yansıtan Beguine’s House adlı mini müzeyi de turlayabilirsiniz. Unutmayın saat 18.30’a kadar açık.

AŞK GÖLÜ

BEGIJNHOF

1,5 günde doyasıya gezebileceğiniz Brugge, biliyorum ki Belçika rotanızın ilk durağı olacak. Doğrusu benim favorim olmadı. Benim en sevdiğim şehri bulmak için okumaya devam et! Brugge’den sonraki durağım Anvers.

bottom of page