EDİRNE
- NCA
- 12 Eyl 2018
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 15 Eki 2018
1.GÜN
2017-2018 sezonunun ilk gezisini Mısır’dan dönerken uçak dergisinde görüp gitmeye karar verdiğim Edirne’ye düzenledim. Bu sefer gezimiz altı kişi ve hepimiz Sabancılı idik. Gece 4.10’dan Alibeyköy’den bizi alacaktı otobüs. O zamana kadar Taksim’de oyalanıp Uber ile Alibeyköy Terminali’ne gittik. Bir türlü gelmeyen otobüs, terminalin demir koltuklarında rahatsız uyku, soğuk hava… Hafta sonunun yağmurlu olacağını bile bile yola çıkmaya karar vermiştik zaten. Son 2 gün İstanbul’da iliklerimize kadar donduran soğuk acaba Edirne’de nasıl olacaktı? Neyse ki otobüs geç de olsa geldi, 3 saat süren yolda biraz uyuduk ve Edirne bizi yağmur ile karşıladı. Benim hava durumuma göre birkaç saat yağmurlu gibiydi ama o yağmur hiçbir zaman bitmedi. Edirne Otogarı'nda inip şehre gitmek üzere şehir içi otobüslere bindik. Edirne’nin çok da gelişmiş olmadığını otobüsten anladım direkt. Hava buz gibiydi. Şehir merkezine dolana dolana yaklaşık 20 dakikada vardık.

İlk hedefimiz Tadım Kahvaltı Salonu. Bence yine bir hayal kırıklığına uğratan bir internet fenomeni. Menemen ve yumurtaları ile meşhurmuş. Ortaya kavurmalı, peynirli, sade ve pastırmalı menemen, peynir, domates, salatalık ve zeytin söyledik. Açıkçası çok da farklı değillerdi, ama kavurmalı ve peynirli oldukça güzeldi. Edirne peyniri kullanıldığı için güzel yapıyordu. Edirne peyniri hafif ezineye benzeyen bir tatta, ama hafif ekşimsi sanki. Nasıl tanımlanır bilemedim. Zeytin çok kötü hazır zeytindi. Ardından tereyağ bal da istedik. Tereyağ gerçekten güzeldi. Edirne’de zaten yağ, yoğurt, peynir yemeli eve götürmeli. Kahvaltıdan kalkıp otelimize yerleşmeye gittik.

Trivago’nun en ucuz oteli Ottoman Palace’ı otel olarak seçtik. Ucuz olmasına rağmen gayet hoş, 8,5’lik puana sahip bir oteldi. Odalara Semih ve Aleyna aynı odada olmak üzere 2 ve 4 kişi şeklinde ayrıldık. Zaten odalar oda değil daire idi. 2 oda, bir salon, antre ve banyodan oluşuyordu. Zorlasak hepimiz sığarmışız. Biz 4 kişilik oda için kişi başı 64 TL ödedik. Otelde bizim dışımızda Bulgar teyze ve amcalar vardı. Edirne’ye Bulgaristan ve Yunanistan gelen çok oluyormuş, genelde de alışveriş için. Zaten çoğu kıyafet dükkanında Yunanca yazılar görmek mümkün.

Otele yerleşip Selimiye’nin yolunu tuttuk. Caminin hemen alt tarafında yolun kenarında karşımıza çıkan Keçecizade ve Arslanzade’ye daldık. Bu iki dükkan Edirne’nin turistik badem ezmesi, Kallavi kurabiyesi, Deva-i Misk, Kavala kurabiyesi, Hardaliye pazarını ele geçirmiş durumdalar, şehirde nereye baksanız bunların bir şubesi. Ama güzel oluyor; çünkü ikram bol oluyor.

Kavala kurabiyesi içinde çıtır çıtır badem buluna bir kurabiye, Yunanistan’ın Kavala kentinden ki çok güzel yapıyorlar, her ne kadar Kavala’da yediğim de çok güzel olsa da en baştan yiyebildiğim kadar yedim. Kallavi ise acıbadem kurabiyesinin Antep fıstığı ile yapılmış hali, içinde un yok, mükemmel bir şey, tabi biraz pahalı tanesi 14 TL. Fıstıklı bir şeyin güzel olmaması mümkün değil zaten bence. Deva-i misk ise içerisinde 41 çeşit baharat bulunan macunumsu bir şey, rengi beyaz. Tadı Manisa’nın mesir macununa çok benziyor, ikisi de 41 baharat olunca. Farkları renkleri ve kıvamları denebilir. Bunu daha çok macun kıvamındaki hamuru keserek ikram ediyorlar, minik bir parça bile yetiyor bence. Tabi çok da şifalıymış. Yan yana iki dükkanda bu tadımları yapıp Selimiye’ye doğru yürümeye devam ettik bir Keçecizade daha. Hiç tatmamış gibi tekrar girdik. Biraz daha elit takılan dükkan sahibi özenle bize her şeyden tattırmaya başladı. Ek olarak burada Hardaliye tattık. Hardaliye bir içecek ve üzüm suyuna hardal tohumları konuyormuş, başka hiçbir şey ilave etmeden fermente oluyormuş içecek. Şıra tadında ama hafif daha ekşi ve boğazı yakıyor. Adamın söylediğine göre günde birer bardak tüketildiğinde vücutta detoks etkisi yapıyormuş. Kallavi kurabiyesinin fıstıklı olup neden Antep’te değil de Edirne’de olduğunu sorduğumda adam bana “Edirne başkent olunca sence fıstığın orda olmasının bir önemi var mı?” diye cevap verdi. Orada peynir helvası tatma sözü de verip camiye gidebildik sonunda.



Selimiye Camii, Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı “ustalık eseri” olarak tanımladığı camii. 4 minareli camii II.Selim’in isteğiyle yaptırılmış. Camii 31.30 metre çapındaki kubbesiyle gerçekten göz doldurucu. Herkesin hayranlıkla anlattığı ters laleyi görünce ise hayal kırıklığına uğradım. Müezzinler mahfelinin mermer sütun ayaklarının birinde küçücük belli belirsiz üzeri şeffaf bir plastik ile korumaya alınmış. Yaygın söylenceye göre bu lale, Cami arsasının sahibi olan ve burada lale yetiştiren kişinin arsaya cami yapımı için çıkardığı güçlük ve ters tutumunu sembolize etmekte imiş. Başka inanışlara göre ise Allah ve lale sözcüklerinde aynı harfler bulunması nedeniyle bu çiçeğe mistik bir anlam kazandırılmış ve kutsal sayılmış. Eski Harflerle yazılmış lale sözcüğü tersten okunduğunda Osmanlılar'ın Kutsal alameti olan hilal okunurmuş. Benim en çok hoşuma giden yaklaşım ise Mimar Sinan'ın o günlerde hastalanan ve ölen torunu Fatma ile ilgili. Buna göre lale motifi Mimar Sinan'ın torunuyla ilgilendiği ve moralinin bozuk olduğu günlerde bir kalfa tarafından kondurulmuş.


Camiden çıkıp tam karşıdaki Edirne Müzesi ve caminin hemen yanında bulunan Türk İslam Eserleri Müzeleri’ni gezdik. Edirne ve Osmanlı kültürünün yanı sıra şehrin çevresindeki bazı antik kentler hakkında da bilgilenilebilir bu müzeler sayesinde.

Herkes “Hadi yemek yiyelim” derken Arasta Çarşısı’na da soktum herkesi. III. Murat’ın Selimiye Camii’ne gelir sağlamak için yaptırdığı bu çarşı 124 dükkandan oluşuyormuş. Eskiden burada dükkânı bulunanların her sabah, doğru iş yapacaklarını ant içtikleri ve dua ettikleri bilinirmiş. İçeri de çok da enteresan bir şey yok aslında, Kapalıçarşı’nın Edirne versiyonu. İçeride kotçu ve ayakkabıcıların dışında Mis sabunu, aynalı süpürge, magnet ve tabii ki Kavala kurabiyesi satan dükkanlar var. Mis sabunu çeşitli meyvelerin şeklinde yapılıyor, ben de kendime incir ve limon şekilli aldım. Aynalı süpürgenin ise birçok hikayesi var. Eskiden gelinler temizlik yaparken kaynanalarının sinirli olup olmadığını bu süpürgedeki aynadan bakarak anlarmış. Gelinlik çağı gelen kızlar için ise kapının dışına bu süpürgeden asılırmış. Eğer gelinin çeyizinde aynalı süpürge olursa bu da gelinin evine özen gösteren, düzenli ve tertipli olduğu manasını taşırmış. Kaynanasıyla küsen gelinler ise aynalı tarafı abartı hareketlerle kaynanasına çevirerek ‘dön de kendine bak’ demek isterlermiş. Asıl en komik hikaye ise şu şekilde: Çok eskiden süslü bir gelin varmış. Temizlik yapmayı sevmez, sürekli aynada güzelliğine bakarmış. Kaynanası daha fazla dayanamayıp aynalı bir süpürgeyi ona verip “Gelin! Al şu süpürgeyi de hem temizlik yap hem de kendine bak” demiş. Dükkanlarda satılan bu süpürgeler küçük bir süpürge ve üzerinde bir aynadan oluşuyor, magnet olarak tasarlamışlar. Hediyeliklerin dışında biraz daha Kavala kurabiyesi tadımı yaptık ki bu çarşıdaki bir Keçecizade bize fıstıklı Kavala kurabiyesi tattırdı, mükemmel ötesiydi. Cemre’nin bir kurabiyeciye gelip hiç Kavala kurabiyesi görmemişçesine “Aaa bunlar lokum mu?” kurabiyeleri tatması çarşının unutulmazlarından.
Çarşıdan çıkıp meşhur Köfteci Osman’a gittik. Aslında eski bir dükkanları varmış ama kapatıp modern bir restoran yapmışlar. Çok modern görünce biraz tereddüt ettik girmeye ama doğru yerdeydik. Ortaya 3 porsiyon köfte ve yoğurt söyledik. Her yerin bir köftesi var neredeyse Türkiye’de ve geneli bu muydu dedirtiyor bana. Ama Osman’ın köfteleri gayet lezzetliydi. Köftelerin yanında kırmızı acı biberli sos getiriyorlar. Bence bu soslar etin tadını yok ediyor, o yüzden köfteyi yerken ekmeği bandırmayı öneriyorum sadece. Yoğurt ise mükemmeldi. Manda ve inek sütünden yapılıyormuş, çok çok lezzetliydi, en çok onu beğendik. Cemre öncesinde kelle paça istedi, ben görüntüsünü o da tadını hiç beğenmedi; çünkü aşırı un kullanarak yapmışlardı terbiyesini.

Köfteciye veda edip Eski Cami’nin yolunu tuttuk. Şehir oldukça küçük her şey yürüme mesafesinde. Ancak havanın durmayan yağmuru bizi biraz zorlasa da yeme ve gezme aşkımıza engel olamıyor. Edirne’de Osmanlılar’dan günümüze ulaşan en eski yapıymış bu camii. Çok kubbeli camilerden oluşan caminin 9 kubbesi var. Sanki Selimiye’den daha mı güzel dedirtiyor bazı kısımları. Fakat kubbe kenarlarındaki motifler biraz amatör gözüküyor. Hatta günümüzde moda olan geometrik desenlere çok benziyorlar.
Bu camiden de çıkıp artık ciğer yemeli diye düşünürken kendimizi meşhur Ciğerci Aydın’ın önündeki kuyrukta beklerken bulduk. İki küçük dükkandan oluşuyor, iki dükkanın arasında acınası halde kimsenin gitmediği başka ciğerci bulunuyor. 6 kişilik yer bulmanın zor olacağını fark edip dışarıdaki masalara oturduk. Sadece ben, Cemre ve Semih ciğer yiyordu. Birer porsiyon söyledik. Edirne’ye gelmişken doyasıya yemeli diye düşünmüştüm. Bir de daha diğer 3 meşhurda da tadım yapacaktık. Ciğer öncesi sofraya soğan, domates, acı biberli sos ve yağda kızartılmış kuru kırmızı biber getiriliyor. Kızgın ayçiçek yağında una bulanarak kızartılan trans yağ bombası ciğerlerimiz geldi. Ben böyle şeyler yemediğim için mi kötü geliyor diye düşünürken Semih de Cemre de beğenmediğini söyledi. Bence çok çok kötüydü. Maalesef nasıl bu kadar meşhur olduğunu tam anlayamadık. Ciğer tadı bile gelmeyen kıxarmış un yiyorduk resmen. Bitiremedik ciğerleri ama şunu söylemek gerekir ki masadaki en güzel şey domatesti. Yiyemediğimiz ciğerin porsiyon fiyatı ise 18 TL.


Aydın’dan kalkıp ağzımızın tadını düzeltmek üzere çapraz köşede bulunan Balaban Pastanesi’ne girdik. Begüm (liseden Edirneli arkadaşım)’ün dediğine göre buranın profiterolü meşhurmuş. Çok da özel bir yanı olmasa da porsiyonu 6 TL olan tatlı ciğer sonrası çok iyi geldi.

Sonra biraz çarşıyı turladık. 2-3 katlı binalardan oluşan çarşıda Cemre’nin önerisi üzerine en kaliteli Kavala kurabiyesi satan dükkana girdik. Sayınbaş diğer markalar gibi onlarca şubeye değil tek şubeye sahip ve fabrikalaşmamış diyebiliriz. Gerçekten tereyeğ tadı gelen Kavala kurabiyeleri çok iyiydi. Buradan ev için Deva-i misk ve Kavala aldım ve hiç tatlı yememiş gibi Tatlı Konağı’na gittik. Tatlı Konağı şehrin en meşhur tatlıcılarından. Normalde çok çeşit tatlı olmasına rağmen biz gittiğimizde sadece Hayrabolu, Peynir Helvası ve Trileçe vardı. Zaten asıl tatmak istediklerimiz Hayrabolu ve Peynir helvası idi. Hayrabolu peynir tatlısı ya da Kemalpaşa tatlısının daha büyük top hali denebilir, ama üzerine bol tahin ve fındık ile servis ediliyor. Köfteci Osman’da da bir porsiyon söylemiştik, ordakinden sonra buradaki mükemmeldi. Ama güzel yapan üzerindeki tahindi. Tahin olmasa Kemalpaşa’dan bir farkı yok yani. Peynir helvası da bildiğim kadarıyla daha çok Çanakkale taraflarına ait bir tatlı, ama sanırım tüm Trakya’da oldukça yaygın. Un, peynir,şeker ve tereyağı kullanılıyor yapımında. Gıda boyası ile sarı renk verilen tatlı lif lif peynirlerden oluşuyor. Gayet lezzetli ve oldukça ucuz. Porsiyonu 3 TL civarında.



Şehir küçüktü, daha gün bitmemişti ve yarın için planladığımız Karaağaç tarafına bugün geçmeye karar verdik. Belki yarın Keşan’a geçeriz diye düşünüyorduk ama araba olmadan zormuş. Çünkü 1 saatten fazla sürüyormuş yol. Ve gitmek istediğimiz Satır Et yapan Çamlıbel Et Restoranı yol üzerinde bulunuyormuş. Tekirdağ veya Çanakkale gezimize eklemeye karar verip, Taksi ile Karaağaç tarafına geçtik. Karaağaç Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına geçmiş bir kasaba imiş. Şimdi Edirne’nin bir mahallesi konumunda. Edirne çarşı bölgesinden buraya geçmek için Tunca ve Meriç Nehirleri’ni geçmek gerekiyor. Oldukça yeşillik bu bölgede evler 2-3 katlı küçük bahçeli, sokaklar düzenli. Gidilmesi gereken yer ise Lozan Anıtı. Bu anıt eski tren garının yanında bulunuyor ki burası Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. (Fakültenin kapısı açık deposundan Beste ile iki çıplak adam tablosu çaldık) Anıt 3 uzun sütundan oluşuyor. En uzun sütun Türkiye’yi, biraz daha kısa olanı Trakya’yı, en küçüğü ise Karaağaç’ı temsil ediyormuş. Anıttaki kadın heykel elinde Lozan Antlaşması ve bir güvercin tutuyor. Kadının alt tarafında bulunan çember ise birliği temsil ediyormuş. Bitmeyen yağmura rağmen burayı da gezdik. Artık ayaklarım tamamen su olmuştu, sanki ayakkabının içinde hareket eden bir su kitlesi vardı, ben adım attıkça hissediyordum.

Yürüyerek Edirne’ye gelmişken mutlaka gidilmesi gereken Tulipa Osmanlı Mutfağı’na gittik. Tulipa Osmanlı Mutfağı, Dr. Mehmet Bahattin Öğütmen'in Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına katılan Karaağaç'ta aldığı harabe bir konakta hizmet veriyor. Tabi konakta istediğiniz Osmanlı yemeğini yemek için bir gün önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz yaptırmadığımız için kış bahçesinde her gün çıkarılan 3 Osmanlı yemeğini yiyebildik. Bunlar Kuzu İncik(42 TL), Mutancana(45 TL) ve Zirva(41 TL). Kuzu İncik tandır usulü hazırlanıp patlıcan beğendi ile servis ediliyor. Benim favorim ise kuru kayısı, kuru incir ve badem ile tatlandırılan kuzu butu yahnisi yani Mutancana. Çok ama çok lezzetliydi. Süt kuzu kuru kayısı, incir ve erik ile sotelenip tarçın eşliğinde Zirva olarak servis ediliyor. Bunların dışında köz patlıcan ile yapılan meze Mamzana (9 TL), Edirne peynirinden yapılmış sigara böreği, Trakya kaşarı gibi atıştırmalıklar da söyledik. Edirne'de en memnun kaldığımız mekanlardandı. Tam taksiyi çağırdığımızda bir kadın çello çalmaya başladı. Taksiciyi tekrar aradığımızda iptal için adam geldiğini söyledi, her ne kadar bir iptal etsek de. Bizi arıyor biz açmıyorduk. Dışarıdan camdan bakıyor,biz çaktırmıyorduk. Sonra içeriye yürümeye başladı, adrenalin dolu anlar… Adama beklemesini beklediği kadarı da ödeyeceğimizi söyledik. Çellomuzu da dinleyip taksiye bindik.





Şoför AVM’nin oralarda gençlerin de takıldığı alkollü alkolsüz kafelerin olduğu bir bölgenin olduğunu söylese de biz şehri yaşamak için çarşıda indik. İyi ki de öyle yapmışız. Çünkü Balıkzade adlı bir restoranda bir düğün gördük, sesi takip ettik ve düğüne katıldık. Girerken oynayan kadınlardan birine sorduk ve sorun olmayacağını söyledi. Düğün yemekli idi. Biz tatlı kısmına yetişmiştik. Kavun, karpuz ikramı ve rakı. Düğünde sünnet çocuğu uyuyor geri kalan gayet iyi eğleniyordu. Fazla kalabalık olmayan abartısız bir düğündü. Tam tatlı sonrası çorba ikramına geçilmişti ki oradan da kalktık. Islak günümüzün en güzel parçasıydı. Çorba içimizde kalacaktı, gittik köfteci Osman’a. Mercimek çorbası içtik. Gayet başarılıydı. Ipıslak ayakkabılar, sarhoş Beste ve yorgun herkes otelimize döndük. Yarın daha hafif olacaktı neyse ki.

2.GÜN
7.30’da kalktık. Kahvaltıyı otelde yapmaya karar vermiştik. Bulgar teyzeler ile bir kahvaltı. Açık büfe kalitesizdi, paketli dandik reçeller, Edirne peynirinden sigara böreği, yeşermemiş yumurta vs. Çok da önemli değildi. Bir an önce çıkıp gezileri bitirmeye karar verdik. Saat 17.00’de otobüs kalkacaktı çünkü. Önce otelimizin hemen yanındaki 3 Şerefeli Camii’ye gittik. 1443-1447 yılları arasında Sultan IV. Murat tarafından yaptırılan camii bence Edirne’deki en güzel cami idi. Caminin 4 minaresi var ve hepsinin boyu ve süslemesi birbirinden farklı. Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minare, 67.62 m. yüksekliğinde imiş ve minarenin her şerefesine ayrı yollardan çıkılması hayli ilginç Keşke Mısır’daki gibi burda da minareye çıkmayı ticaret haline getirmiş olsalardı da çıkıp Edirne’ye bir de tepeden baksaydık.

Camiden çıkıp köşedeki Deniz Börek’ten peynirli ve ıspanaklı börek aldım 5 TL porsiyonu idi. Tat olarak bir farkı olmasa da börek upuzun dümdüz bir parça ama bayağı kabarık gözüküyordu. Cemre ve Beste de hemen yanındaki kahveciden kahve aldılar, çarşının esnaf yapısına hiç uymasa da sanırım beğendiler kahveyi.

Oradan Rüstem Paşa Kervansarayı’na gittik ama otel tarafından satın alındığı için içine girme şansımız yoktu. Oradan taksiyi çağırıp önce bizi Sinagog’a götürmesini istedik. Edirne Büyük Sinagog’u sarı renkli duvarları ve hoş mimarisi ile dikkat çekiyor. Türkiye’nin en büyük sinagogu olma özelliğine sahip bina “Harîk-ı kebir” olarak adlandırılan, 1.Dünya Savaşı’ndan 9 yıl önce çıkan yangında harabe haline dönmüş. 2014 yılında çöken çatının bile yenisi yapılarak eskisi gibi görkemli yapısına geri dönüştürülmüş. Gerçekten çok başarılı bir restorasyon olmuş, yeni yapılmış gibi durmuyor.

Sinagog’dan sonra Edirne’nin en önemli bölgesi Sarayiçi’ne geçtik. Burada önce Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı stadın orada indik. Maalesef içerisine giremedik. Hemen yan tarafında ise Edirne Eski Sarayı’nın kalıntıları vardı. Oraya aynı zaman Balkan Şehitliği de yapılmış. Maalesef saraydan günümüze çok bir şey kalamamış. Sarayın mutfağı olan bina oldukça korunmuş durumda (Matbah-ı Amire), bir de hamam biraz korunmuş. Yakalaşık 20 dakika boyunca yağmurda mısır, sebze tarlalarının yanından yürüyerek II.Bayezid Külliyesi ve Sağlık Müzesi’nin olduğu yere vardık. Müze, Sultan II.Bayezid Külliyesi içindeki Darüşşifa bölümünde yer almakta. Külliye ise Fatih Sultan Mehmet'in oğlu ve 8. Osmanlı Padişahı Sultan II.Bayezid tarafından yaptırılmış. Yıllar boyunca bu külliyede tıp öğrencileri yetiştirilmiş, hastalara şifa dağıtılmış ve fakir fukara doyurulmuş. Aynı zamanda burası ilk akıl hastanesi olma özelliği taşıyor. Dönemin tıp bilgi ve ilaçlarının yanı sıra, su sesi, musiki, güzel kokular ve çeşitli meşguliyetlerle ruh hastaları burada tedavi edilmiş. Müzenin neredeyse her odası cansız manken ve maketler ile doldurulmuş, tedavi yöntemleri ve şifahanenin çalışma düzeni anlatılmış. Gerçekten gezmeye değer bir müze. Müzenin yani tıp medresesinin hemen yanında ise II.Bayezid Camii bulunuyor. Padişahlar Saraçhane Köprüsü tarafından, nehir yoluyla ve padişahlara özel kayıklara binerek cuma namazı için bu camiye gelirlermiş, rıhtımlar üzerinde biriken halk padişahı dualar ve ilahiler okuyarak selamlarmış. Her Yerde Pilates Her Yere Pilates sloganıyla her yerde Pilates fotoğrafı ve videosu çekmeye devam. Bu sefer ilk kez bir camiide çekim yapıyoruz. Namaza en benzer hareket olan Çocuk Duruşu...


Külliyeden çıkarken bir Osmanlı Macuncu’suna rastladık. Bir gün önce Eski Camii’de Aleyna 5 TL’ye aşırı yapay renklerde yemişti. Buradakilerin rengi biraz daha doğaldı (her şekilde gıda boyası kullanılıyor biliyorum) ve içerisinde karanfil ve tarçın da vardı. Birer macun alıp yedik, çok bayılmadık ama gayet güzeldi. Manisa’da çok bulamıyoruz, ama Edirne’de sık rastlanılıyor.

Gezilecek yerleri tamamlamıştık. Tunca Nehri kenarındaki Hanedan Restoran’a gitmeye karar verdik. Planlarım arasında Meriç Nehri’nden çıkarılan yayın balığı yemek vardı. Fakat mevsimi olmadığı için restoranın en meşhur yiyeceği olan Kaşarlı Mantarlı Bonfile(32 TL) ve Hanedan Kebap yedik. Bonfile çok iyi pişmiş yumuşacıktı, çok lezzetli idi. Kebap da bonfilenin yufka içerisinde versiyonuydu. Burada da tatlı olarak Safranlı İrmik Helvası söyledik. Normalinden pek bir farkı yoktu, üzerine koydukları Algida dondurma zaten tatlıyı sıfırladı.



Bulgaristan’dan doğan Tunca Nehri’nin kıyısındaydı. Nehir daha sonra Meriç ile birleşip denize dökülüyor. Hemen yanında bulunan Tunca Köprüsü ise Sultan Ahmet Camii’ni inşa eden Mehmet Ağa tarafından inşa edilmiş ve “Eşi bulunmaz” olarak adlandırılıyormuş.

Köprüde fotoğraf çekimi sonrası tekrar son tatlılarımızı yemek için Tatlı Konağı’na gittik. Son Hayrabolu ve peynir helvaları. Ardından Cemre, Semih ve Aleyna bizden bir önceki otobüsle dönecekleri için ayrıldılar. Biz, Beste, Halil ve ben biraz daha çarşıda dolandık. Edirne peyniri, koyunlu ve keçilisi (özellikle yumuşak olanı) güzeldi ve manda yoğurdu(7,5 TL) aldık. Keşke daha fazla manda yoğurdu alsaymışım, İstanbul’da tadı olmayan manda yoğurdu bile 15 TL. Çarşıda gittiğim her yerde mutlaka simit tattığım için Edirne Simitçisi’ne girdik. Yağlı simit aldık, içine biraz da şeker koyuyorlarmış. Hafif poğaçamsıydı, çok da özel değildi ama. Sonra taksi ve otogar ve İstanbul.

Esenler’den okula keyifli lüks Uber yolculuğumuz sonunda bir gezimiz daha sona erdi. Beni yemekleri ve şehir yapısı olarak çok etkilemese de gidip görülmesi gereken bir yerdi. Antep’ten sonra zaten bir yerden çok hoşlanmam biraz zor sanki. Bir dahaki durağımız Tekirdağ, bakalım yeni maceramda kimler benimle olacak?
Comments