5 Haziran 2017
Asya, ben ve İrem Delen (İD) Taksim’den Havabüs’e binip Sabiha Gökçen’e yola çıktık. Uçağımız Pegasus ile 6.10’da idi. Havalimanında sabahlayacaktık. Havalimanında kimse yoktu, kafeler kapanmıştı, CIP girişinden bekleme salonlarının oraya geçtik. Biraz oradaki koltuklarda uyumaya çalışsak da rahatsız olduğu için diğer kapalı kafelere gittik. Bir kafenin koltuğunda uyurken üç defa Asya beni uyandırdı , kafedeki görevli bizim orda yatamayacağımızı söylüyordu, ben her seferinde tamam deyip adamı yolluyorduk, sonunda kalktık karşıdaki kafeye gittik. Burada kimse bize karışmadı, havalimanı kalabalıklaşmaya başlamıştı, biz kafenin en ucunda insanların yürüdüğü alana bakan koltuklarda yatmış uyuyorduk, insanlar bize bakarak önümüzden geçiyordu. İrem Duman ve Bora da geldi ve yolculuğumuz başladı.
Güzel geçen yolculuk sonrası Hatay Havalimanı’ndan Havaş ile kalacağımız yer olan Antakya Öğretmenevi’ne vardık. Ben, Asya ve Delen aynı odada(ek yataklı oda), İrem ve Bora aynı odada kalacaktı, toplamda 500 TL tuttu, geceliği kişi başı 50 TL’ye geldi.
Ve dosdoğru kahvaltı için Antakya Kahvaltı Evi’ne yola koyulduk. Ortaya 3 kişilik serpme kahvaltı istedik. Toz Zahter ve Zeytinyağı ile gelen Halebi ekmeği ile başladı kahvaltımız. Tozun içinde zahter, menengiç, kavun-karpuz çekirdeği, leblebi ve sumak bulunuyor. Ardından sofra donatıldı: zahter salatası(orada zahter denen taze dağ kekiği ile yapılıyor), çökelek salatası, zeytin öfelemesi (çekirdeksi yeşil zeytinle yapılan salata), siyah ve yeşil zeytin, kiremitte peynir, sürk (içinde zahter, tarçın, kimyon, kuru nane, karabiber ve pul biber bulunan Hatay’ın meşhur çökelek peyniri), tuzlu yoğurtlu yumurta, kaditli yumurta(kasap sucuklu), sakızmurçlu yumurta (çitlenbik filizi denen bu bitki bir maki türü imiş ve fıstık ağacı bu bitkiye aşılanıyormuş), keçi ve inek sütünden yapılan tuzlu yoğurt (üzerine zeytinyağı ile), humus (nohut, tahin,limon ekşisi, kimyon, turşu ve domates), biberli ekmek (çökelek, biber salçası,zahter, soğan ve pul biberin ince bir hamura sürülmesi ile), ıspanaklı gül böreği(ıspanaklı, çökelekli,tuzlu yoğurtlu ve soğanlı), külçe (şumra dedikleri rezene, küncü dedikleri susam ve çörek otu ile yapılan börek ve poğaça arası bir hamurişi), tereyağı, bal, ayva reçeli, domates, salatalık. Serpme menüye ek olarak kare şeklindeki hamurun üstüne kıyma, soğan, salça ve nar ekşisi ile yapılan karışım konulan Kaytaz Böreği aldık. Üstüne bize çok minik boyuttaki baharatlı ve tatlı köy kahkesi de ikram ettiler. Tüm bunlarla kişi başı 20 TL ödeyerek kahvaltımızı tamamladık.
Kahvaltı sonrası bulunduğumuz mahalleyi dolaşmaya başladık. Dağın eteklerindeki bu mahalle Eski Antakya olarak adlandırılıyordu.Eski evler, dar sokaklar, her evin kapısı üzerinde Osmanlıca bir yazı ve ay yıldız… Çıkmaz sokaklar önümüze çıktıkça başka sokaklara geçerken bir türlü ana cadde olan Kurtuluş Caddesi’ne çıkamadık. Sonra sokaktaki bir kadın bize yardımcı oldu ve bizim için işini bırakıp caddeye kadar bize eşlik etti. Hatay’ın yardımsever, misafirperver insanı ile ilk karşılaşmamızdı.
Ve caddeye çıkar çıkmaz köşede Tarihi Affan Kahvesi ile karşılaştık . meşhur Haytalı tatlısıyla meşhur mekan 1911 yılında yapılmaya başlanmış. Babadan oğla aktarılmış bir gelenek haline gelmiş. Mısır unu ve sütün karışımından yapılan muhallebiyi gül suyu ekleyip üzerine de dondurma ile servis eden mekan , özel alüminyum kaşıklarını hala kullanıyor. Arapça “yiğit” anlamına gelen Affan kelimesi hem mahalleye hem de kahveye adını vermiş. Bizimle özel olarak ilgilenen mekan sahibi “Bana da kırmızı kart gösterilince burası nolur bilemem” diyor. Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ve Alevilik sembollerini bir arada bulunduran 33 boncuklu tesbihini gösterirken “Bütün dinlerin mesajı aynı, tek bir tanrımız var, bütün kitaplar birbirinin devamı” diyor.
Bizimle çok güzel ilgilenmelerine rağmen tatlıyı Bora ve ben hariç pek beğenmedik. Üzerindeki dondurma olmasa bence tatlı güzel değildi. Porsiyonu 6 TL olan tatlının hesabını ödedikten sonra yolumuz Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bahçesi’ne düşüyor. O bölgede yetişen bitkilerin kurutularak cam kaplara konup sergilendiği mekanda tüm kapları açıp koklayabiliyorsunuz bitkileri, üstelik giriş de ücretsiz.
Belediye Parkı’nda çay bardağına konulan Süvari denen Türk Kahvesi için yola koyulurken bizim şaşkınlığımızı fark etmiş olacak ki Little John’s Pizza dükkanının sahibi Levent Abi dükkanının kapısından bizi yakalıyor. Bizle konuşup gezmemiz gereken yerlerin listesini ve sırasını çıkarıyor ve çifte kavrulmuş kahveden yapılan Süvarimizi burada içiyoruz.
Ardından Hıristiyanlığı yaymak için gelen Habibi-i Neccar’ın isminin verildiği Anadolu’nun ilk camii olan Habib-i Neccar’ı gezip Halk Evleri’ndeki kadınların yaptığı ürünlerin satıldığı el sanatları merkezini de gezip yürüyerek dünyanın ilk kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’ne gidiyoruz. Tüm Kurtuluş Caddesi’ni yürüyerek aşarak bir mağaranın içine yapılmış olan bu kiliseyi dolaşıp Uzun Çarşı’ya yola çıkıyoruz.
Şehrin içine kurulmuş bir Pazar çıkıyor karşımıza. Yoldan arabalar hala geçiyor, kaldırımların kenarına küçük kasa ve leğenlerde konulmuş sebze ve meyveler. Önümüze taze zahter çıkıyor, karşımıza çıkmışken alalım diyoruz, kilosu 8 TL olan zahterden istiyoruz, ama pazarcı teyze Türkçe anlamıyor ve yanındaki teyze ile yarım yamalak bir şekilde anlaşıp alıyoruz. Burası bana sanki Hindistan gibi karışık bir ülkede imişim gibi hissettiriyor.
Uzun Çarşı’ya vardığımızda ilk adresimiz Pöç Kasabı oluyor. Hatay’da kasaplarda hem et satılıyor hem de kebap yapılıyor. Bir porsiyon humus,bir porsiyon tepsi kebabı ve bir porsiyon kağıt kebabı alıyoruz. Bizim favorimiz pideyi suyuna banarak yiyebildiğimiz Tepsi Kebabı oluyor. Kebapların porsiyonu 18 TL. Soğan, domates, biber ile pişirilen kebapların bakır bir tepside pişiriliyor.
Künefe yemek üzere çarşıyı geçerken Köpük Helva ile karşılaşıyoruz. Çok sevdiğim bir helva olan köpükten yarım kilo alıyoruz(3 TL) .Pazarlama konusunda çok iyi Antakyalılar. Helvacı amca bize hemen bu köpük Kerebiç ile yenir deyip 15 TL’ye yarım kilo içinde ceviz bulunan bir kurabiye satıyor.
Ardından kömürde pişirilen künefesi ile meşhur Çınaraltı Künefecisi’ne gidiyoruz. Şurubu aşırı fazla gelen künefeyi ekibimizden kimse çok da mükemmel bulmuyor, fakat kömür aroması tatlıya hoş bir hava katmıştı. İkinci künefemizi yemek üzere El Sanatları Merkezi’ndeki kadının önerdiği Dalgaç’a gidiyoruz. Burada normalde Gaziantep’te yediğim gibi ağızlı, fıstıklı, cevizli gibi birçok çeşit künefe yapılıyormuş, fakat Ramazan sebebi ile o çeşitleri biz gittiğimizde bulamadık. Normal künefemizi yiyoruz ama bunu da çok özel bulmuyoruz. Çınaraltı’ndakine göre daha çıtır olmasına rağmen bizim diğer şehirlerde yediğimiz künefelerden bir fark göremiyoruz.
Şimdi ise yolculuğumuz Harbiye’ye, yani şelalelere.Sözde büyükşehir olan Hatay’a hiçbir hizmet ulaşmamış gibi, ne yollarda kaldırım var, ne asfalt, ne de kullandığımız dolmuşlar yeni model. Sanki 10 yıl öncesine yolculuk yapmış gibiyiz. Mitolojideki Defne ve Apollon olayından dolayı gözyaşı olarak şelalerin aktığı söylendiği bu yerde birçok restoran var, her taraf küçük küçük şelale. Manzarasını en beğendiğimiz Defne ve Apollon’un Gözyaşları adlı restorana oturuyoruz. Burada Saç Oruğu, Tarator, Humus ve Şam Oruğu yiyoruz. Oruk içli köftenin Hatay versiyonu, saç olan kocaman yassı bir yuvarlak, şam ise biraz daha silindirimsi bir şekle sahip. Yoğurtlu tahinli Tarator’un ise tahin yoğunluğundan pek tüketemiyoruz. Burada yediğimiz humus ise diğerlerinin aksine zeytinyağı yerine tereyağı ile yapıldığı için bizi ayrı bir mutlu ediyor. Şelale manzarası eşliğinde yemeğimizin üzerine aldığımız kerebiç ve köpüğü de çayla tüketince buradan ayrılıyoruz. Yine dolmuşa binerek Antakya’ya dönüyoruz. Bol yemekli, bol yürümeli ve uykusuz gün bizi biraz yoruyor ve odalarımıza dönüyoruz.
6 Haziran 2017
Güne erkenden başlamak gerekiyordu, 8'e doğru öğretmenevinden çıktık. Levent Abi’nin bize kahvaltı için önerdiği Bakla Ezmeci’sine gittik. Maalesef Ramazan olduğu için bakla ezmesi yapmıyorlarmış. Gelmişken bari bir humus yiyelim dedik. Kendi el yapımı acur turşusu ile süsledikleri humusları ayrı güzeldi. Çok kez humus yedik ama hepsinin lezzeti bir ayrıydı.
O gün gezmeyi planladığımız Protestan, Katolik kiliselerinin kapalı olduğunu öğrenince tekrar Antakya Kahvaltı Evi’ne gittik. Günün ikinci kahvaltısına… Onun öncesinde kömbe olduğunu gördüğümüz bir dükkan girdik, kömbeyi sorarken adam bize çıkardı alın tadın dedi, para falan istemiyorum dedi. Cevizli ve hurmalısını tattık, gençlerin daha çok hurmalıyı tercih ettiğini söyledi. Dışı susamlı buraya ait bu kurabiye oldukça hoş idi.
Bu sefer serpme kahvaltı istemeyip tadamadığımız diğer lezzetleri tadalım deyince Kahvaltı Evi neredeyse hiçbirinin hazır olmadığını söyledi, mekan sahibi bizim için hepsini hazırlatacağını söyledi. Garson kadın her ne kadar kahvaltı için olmadığını, midemizi rahatsız edebileceğini söylese de her şeyden tattık sayılır. Öncelikle Ceviz Tatlısı & Çıtır Kabak Tatlısı ile başladık. Oraya ait mücver diyebileceğimiz, soğan, sarımsak, maydanoz, nane, patatesten oluşan Öcce, Abagannuş da denen patlıcan, domates, kırmızı biberden yapılan nar ekşili Ekşileme, kuyruk yağı kullanılan Kuyruklu Oruk(mükemmeldi), kısır ve çiğköfte arası oldukça kimyonlu Düğürcük Köfte, etli soğanlı börek tarzı Semirsek (benim favorim idi) ; o sabah hiçbiri kahvaltılık olmasa da tattığımız lezzetler idi.
Cami, kilise ve havranın yan yana bulunduğu şehirdeki Katolik Kilisesi’ne gittiğimizde kilisenin öğle tatiline girdiğini öğrendik. Her ne kadar yandaki pencereden içeride 2 kadının olduğunu görsek de bizi takmadılar. En sonunda yukarıdan bir kadının “Duio” demesi üzerine bütün ekip oradan uzaklaştı. Sanki kadın bize küfretmiş de gitmemizi istemiş gibi herkes bir anda başını eğip gitti, her ne kadar ben biraz daha girmek için çabalama peşinde olmak istesem de. Gezimizin en komik anlarından biriydi bence.
Hiçbir kiliseye girememişken karşımıza Mesihçiler Kilisesi çıktı. Türk Protestan Hıristiyanları temsil eden bu kiliseyi bize açan adam kırklı yaşlarında Hıristiyanlığa geçmiş, ardından eşi de o yolda ilerlemiş. Çocuklarına ise din seçme özgürlüğü tanımışlar. İçindeki manevi boşluğu bir arkadaşıyla kiliseye gelip giderek doldurmaya başlayıp bir gün imana gelen bu adam dinin aslında doğuştan aile ile üstüne konan bir damga değil insanın içinden gelen bir durum olduğunu belirtiyor. Bize İncil ve çeşitli kitap ve filmin bulunduğu bir set hediye diyor. İçeri ziyaretçi izni olmayan Ortodoks Kilisesi’ne bakıp içeride yaşayan aileden de uyarıyı alınca İskenderun için harekete geçiyoruz.
Şehrin ortasında kupkuru, akamayan Asi Nehri’nin yanından yürüyoruz dolmuşlar için. Suriye’den doğan nehrin suları Suriye tarafından barajda tutulduğu için kuru imiş nehir. Hemen kenardaki simitçiden kocaman bir halka şeklinde olan , tadı pide-ekmek gibi olan Antakya simidinden alıp tadıyoruz.
İskenderun yolunda Belen denilen kasabada iniyoruz. Buranın da Belen Tava denen meşhur yemeği için Kurtoğlu Restoran’a gidiyoruz, yanına bir Muhammara ve de Mumbar dolması söylüyoruz. Cevizli biber olarak da adlandırılan bu meze çok da etkilemedi bizi, ama İstanbul’da tattığımdan sonra aradaki farkı görünce etkilenmedim değil. Mumbar dolması ise pirinçli harç ile doldurulan ince bağırsakların haşlanıp tereyağında güveçte tekrar pişirilmesiyle bize sunuldu. Belen Tava da güveçte et idi, fakat oldukça lezzetli idi. Acele ile dolmuşa yetişip İskenderun’a devam ediyoruz.
Hatay’ı Türkiye’ye benzetirsek Ankara Antakya, İstanbul ise İskenderun oluyor. Özellikle Türkiye’nin en büyük demir çelik fabrikasıyla oldukça gelişen deniz kıyısındaki İskenderun’a da gider gitmez yemeğe koşuyoruz.
Her ne kadar ekibin giyimini gördükçe kötü bakışlar ve “Allahsızlar” gibi yorumlar alsak da Meşhur Petek Pastanesi’nin güzel tatlılarıyla ortaya karışık yapıyoruz. Fıstıklı Lokma (içi fıstık dolgulu şuruplu lokma), Samasa (cevizli baklavaya benzeyen, hiçbirimizin beğenmediği tatlı), Taş Kadayıf (içi cevizli pişiye benzeyen, kızartılmış, şuruplu), Peynir Tatlısı (içi kaymak, dışı peynirden yapılmış bir lavaş gibi olan, dürüme benzeyen enteresan ve güzel tatlı), Fıstıklı Mamul (içi fıstığın yanı sıra incirli bir hamurdan), Hurmalı Nokul (milföy kıvamında hamurun arasında hurma dolgusu), su böreği (kimse bu konuda Antep ile yarışamaz). Karnımız tıka basa, sadece yolculuklar sırasında dinlendiğimiz halde Arsuz’a yola koyuluyoruz. Bu arada İskenderun ve Antakya’da o kadar kötü magnetler vardı ki, tasarımları göz kamaştırıcıydı.
Arsuz Plajı ile ünlü, yazın oldukça popüler olan bu plaja rivayete göre kumlar Cleopatra döneminde getirilmiş. Denize girdikten donra İskenderun’a dolmuş ile yola çıkıyoruz. Eğer ki kaçırırsak gelirken Bora’nın konuştuğu kadının lüks bomboş evinde kalabileceğimiz davetin rahatlığı vardı.
Saat 23 civarında Antakya’da oluyoruz. Turkuaz rengi saçlarım gün içinde genel olarak şapka aldında olduğu için halktan tepki almamıştım. Dolmuştan iner inmez şehrin gençlerinden “Kardeş bu renk moda herhalde” diye bir tepki alıyorum. Hızlıca Antakya Han’a gidiyoruz. İrem Duman burada da Mumbar yerken biz de Aşur adı verilen oraya ait keşkek benzeri bir yiyecek yiyoruz. Buğday, et ve üzerine terayağı ile cevizden oluşan bu yemek gerçekten mükemmeldi. Daha önce söylemedim sanırım, Hatay’da yemek gelmeden önce sofraya taze nane, yeşil limon ve birkaç acı biber konuluyor.
Saat oluyor 23.35, biz bu sefer Abdo Döner'deyiz. Hatay’ın soslu döneri meşhurdur, Abdo’nun da sosu. Aslında tavuk döneri daha meşhur diye duysam da o saatte sadece et döner kalıyor. Herkes yarım yarım paylaşırken ben toplamda 1,5 döner yiyorum. Açıkçası aşırı beğenmedim döner dürümü fakat insanın yedikçe yiyesi geliyor. İD’nin soğansız istemesi üzerine masaya bir tabak dolusu soğan getirmeleri de biraz komikti. Her ne kadar benim daha enerjim olsa da yoğun olacak son günümüz için yatmamız gerekiyordu.
7 Haziran 2017
Öğretmen evindeki resepsiyona Samandağı’na nasıl gideriz sorusu üzerine bize oranın güvenliğinin yaptığı arabalı turdan bahsetmişti. Şoför bizi 250 TL’ye gitmediğimiz ve toplu ulaşım ile gidemeyeceğimiz bütün yerlere götürecek günün sonunda da havaalanı ve otogara bizi bırakacaktı.
Sanki hiç yemek yemeyecekçesine öğretmenevinde peynir ve tuzlu yoğurt yiyerek kahvaltımı yaptım. Ve öncelikle şehrin biraz dışına kurulmuş Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Oldukça büyük idi, biz yaklaşık 1,5 saatte tamamladık ama daha detaylı gezilmesi gereken bir müze.
Ardından çıktık dağ yollarına. Gerçekten kendiniz araba tutsanız bile gezmesi çok zor yerler, kısa yolları gezilecek yerleri bilmedikten sonra sadece zaman kaybedersiniz.
İlk olarak Hıdırbey Köyü Zirve Kafe’de serpme kahvaltı yaptık. Önceki kahvaltılarımızdan farklı olarak havuç reçeli, adamın daha yeni çıkardığı bal, patates kızartması, karadut reçeli, omlet, turunç reçeli ve de adamın o anda pişirdiği tandır ekmeği vardı. Burada zeytin, narenciye ve defne ağaçlarının bulunduğu manzara eşliğinde kahvaltımızı yaptıktan sonra köyün alt tarafında bulunan Musa Ağacı’na geçtik.
Rivayete göre, Samandağ Sahili’nde buluşan Hz. Hızır ile Hz. Musa birlikte dağa çıkarlar. Tam o noktada Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar ve eğilip su içer. Dönüp baktığında asanın yeşerip fidana dönüştüğünü görür. 7.50 metre çaplı ağacın yan tarafından bu ağaca can verdiği düşünülen Ab-ı Hayat suyu hala akıyor, tadabilirsiniz. Biz yandaki kahvede birer Süvari içip orada köşede annesiyle birlikte limonlu ve güllü dondurma satan çocuktan dondurma da alıyoruz.
Sonra Türkiye’nin tek Ermeni Köyü olan Vakıflı’ya geçiyoruz. Oradaki kiliseyi ziyaret ediyoruz, bir kadın bize oradan ve kurdukları kooperatiften bahsediyor. Kooperatif gelirlerinin %20 sini okuyan çocukları için harcıyorlarmış.
Yolumuz Samandağ’a, Çelvik’e. Titus Tüneli ve Beşikli Mağara. Zamanında su tüneli olarak oyulmuş kayaların ve toplu mezar olarak kullanılmış mağaralar için doğanın içinde güzel bir yürüyüş yapıyoruz. Yemeden duramayan ekip olarak bir de orada satılan bir torba erik alıyoruz, ardından paketini de adak ağacına döndürdükleri bir ağaca bağlıyoruz.
Samandağ dünyanın en uzun ikinci plajına sahip. Fakat turizme açılmamış bir yer olduğu için oldukça bakımsız, plajın yanı tek tük ev ve tarlalardan oluşuyor. Oradaki Hızır Aleyhüsselam ve Hz. Musa’nın buluştuğu türbeye gidiyoruz. Türbedeki mangallarda yaktıkları Bahur o kadar güzel bir koku yaymıştı ki ortama. Giyimimizden dolayı türbedeki bir kadın “Nereden geliyorsunuz? Biz türbeye böyle gelmeyiz de.” tepkisini alıyoruz.
Ardından şoförümüzün küçüklüğünden beri ablası olarak gördüğü ipekçi dükkanına gidiyoruz. İpe şallar, eşarplar, örtüler… Kadın bize kahve bile yapıyor. Benim yeşil saçlarımı da görünce seviniyor, çünkü kendi oğlu da geçen günlerde kırmızıya boyamış ve onunkini kazıtmışlar, beraber fotoğraf çekiliyoruz. Bize oğlunu ve sevgilisini gösteriyor, sonra ne çirkin kız değil mi diyor. Oldukça cana yakın kadın bize her şeyi neredeyse yarı fiyatına sattığını söylüyor, umarım gerçekten de öyledir.
Acele bir şekilde dağın en tepesine St. Simon Manastırı’na çıkıyoruz. Harabe olan bu manastırın etrafını şu an rüzgar tribünleri çevrelemiş. Çok huzurlu bir ortamdı.
Son olarak İrem Duman ve Bora’yı otogara bırakıyoruz, onlar Antep’e geçiş yaptı. Biz de havalimanına. Şoförümüz bizi bırakırken değişik anılarını da anlatıyor. Bir keresinde eli dışarıda araba kullanırken bir arı gelmiş çarpmış eline ve iğnesi girmiş, bayağı şişmiş. Bir keresinde de İstanbul Üsküdar İskelesi’nde inmiş yürüyormuş herkes çoluklu çocuklu ona doğru koşmaya başlamış, o da dönmüş onlarla koşmaya başlamış. Meğerse vapura yetişmeye çalışıyor imişler. Şoförün not ettiğim bazı cümleleri: “O kadar geniş ve büyükmüştü ki”, “Battıçıktı yapacaklardı”, “Bakkal dükkanı varmıştı”
Havalimanında da son kez iki kömbe daha alıyorum. Ve nca.gourmet HATAY oldukça keyifli bir şekilde bitiyor.
Commenti