top of page

MARDİN

Güncelleme tarihi: 21 Şub 2019

12-15 Ocak 2019


1.GÜN


Geçen yıl Mardin’e Bienal zamanında gelmeyi planlamış olsam da Portekiz seyahatim sonrası Euro’nun yüksekliği bana biraz “dur” dedirtmişti. Eylül’le Pegasus’un Cyber Monday indirim gününde alelacele Urfa-Mardin turu yapmaya karar verdik. İki kişi başladığımız geziye Mardin’de Cemre, Dorukhan ve Halil de eklendi. Tarihi, mimarisi, yemekleri, çörekleri derken Mardin Türkiye’deki favori şehirlerimden biri haline geldi.

MARDİN

Urfa’dan Mardin’e diğer çevre iller kadar sık otobüs bulunmuyor. Bir gün öncesinden gidip bilet almak gerek. En erken sabah 11’de otobüs kalkıyor. Ama sakın Dilmenler’den bilet almayın çünkü kandırıldık, kazıklandık, yarım günümüzü kaybettik. Bir önceki gün ben tek tek otobüs firmalarına 11’den daha erken otobüs var mı diye sorarken herhalde beni kandırıp 10.30’a bilet sattı. (35 TL kişi başı) O saatte otobüs beklerken kimse ortalıkta yoktu. Gidip sordum, rötar olduğunu 11’de geleceğini söyledi. Ardından bu oldu 11.30. Ama bizim dışımızda kimse yok bekleyen. Diğer tüm Mardin otobüsleri gidiyor. Biz bekliyoruz. Kavgalar, tehditler, küfürler… Sinir bozucu 2 saatin sonunda kalktı. 10.30’daki otobüs 12.30’da! Hakkımızı savunamadık, çaremiz yoktu, iade alsak diğer otobüsler doluydu.

KAZIKÇI DİLMENLER

Neyse 12.30’daki otobüsümüzden 4’e doğru Artuklu Belediyesi’nin önünde indik. Doğruca öğretmenevine eşyalarımızı bıraktık. Burada da odalar 3 kişilik ve kişi başı 50 TL. Tabi bu fiyat paylaşımlı odada geçerli. Yani yanına gelecek diğer 2 kişiyi bilmiyorsun. Ama 3 kişilik bir grup oluşturunca bu sorun olmuyor. Hatırlatmakta fayda var, öğretmenevinde kız erkek karışık kalamıyor.

Doruk, Cemre ve Halil sabah 9.30 gibi gelmişlerdi ve biraz geç oldu buluşmamız onlar için. Öğretmenevinden eski şehir bölgesine çıkan bir dolmuşa bindik. Mardin’in yeni ve eski şehir bölgeleri çok keskin bir şekilde ayrılmış bulunmakta. Eski şehir, tamamen bir tepenin üzerinde sanki kendini korumaya almış bir konumda. Dolmuştan iner inmez bir Artukbey adlı dükkandan bir adam bizi elindeki mavi & kahverengi badem şekerleri ile karşıladı. Badem şekerine mavi rengi bölgede yetişen lahor ağacından elde ediliyormuş, halk bunlara hayalet de diyormuş. Açıkçası mavi olanların çok özel bir tadı yoktu, kahverengileri daha çok beğendim. Çünkü onlar tarçınlı ve zencefilliydi, bunlar çok güzel bir aroma katmıştı. Adam bize kahve de ikram edecekti ki biz yemeğe gideceğimiz için reddettik. Doğruca özellikle yerel halkın tavsiye ettiği Kebapçı Yusuf Usta’ya gittik ve tüm gezi ekibi orada buluştuk.

Kebapçı Yusuf Usta’da mutlaka cevizli ve fıstıklı kebap tatmak gerekiyor. Zırhta etler ceviz ve fıstık ile çekilip şişlere diziliyor. Önden ezme, salata ve sumaklı soğan geliyor. Ayranları da bakır kaselerde, yoğurt tadı çok belli, hazır değil. Kebaplar muhteşem. Özellikle cevizliye bayıldım. Cevizin kebaba bu kadar yakışacağını tahmin etmezdim. Fıstıklı, İstanbul’da da bulunabilecek türden. Ayrıca sade, kıyma kebabı da yapıyorlarmış ama biz denemedik.

KEBABÇI YUSUF USTA - CEVİZLİ & FISTIKLI KEBAP

Kebabın üzerine Cemreler’in biz yok iken keşfettikleri İstanbul Pastanesi’ne gittik. (Instagram: @istanbulpastanesi88) Mardin'i gastronomik olarak diğer şehirlerden ayıran özelliği çörekleri. Bayat da olsa sert de olsa hep lezzetlerini koruyorlar. Çörekler için en iyi adres bence burası. Sadık Künefe'nin hemen yanında küçük bir şubeleri bulunsa da asıl üretim yerine gitmeli. Kaya Ninova Hotel'in hemen yukarısında bulunan fırında Suriyeliler'in yaptığı sıcacık çörek ikramları ile lezzete vardık. Fadıl diye bir genç Suriye’den önce İstanbul’a gelip bir pastane açmış. Ardından Mardin’de üniversiteye başladığında İstanbul Pastanesi’ni açmış. Oldukça kibar ve misafirperver biriydi. Bize sıcak çörekler çıkana kadar bir sürü ikram yaptı, çay hazırladı. Buradaki favorim Süryani çöreği oldu. Tarçınlı, zencefilli hamurun içinde hurma, üzerinde badem; mükemmeldi. Bunun bir de hamuru daha sade, üzeri susamlı, içi yine hurmalı ama daha gevrek bir versiyonu da vardı. Sade sevenlere yuvarlak sadece susamlı, ayrıca içi cevizli, hurmalı Orta Doğu'nun dolgulu kurabiyesi mamül de bulunuyordu. Mardin’den eve götürülecek en güzel lezzetler buradaydı bence.



İSTANBUL PASTANESİ

Geç geldiğimiz için hava da hemen kararmış gibi olmuştu. Biz de biraz şehrin tarihi sokaklarında tırmandık. Biz gelmeden önce kar yağdığı için her yer buzluydu. Şehir tepede olduğu için yürümek biraz tehlikeli oluyordu. Zaten yerel halk da diyor, Mardin’in en kötü zamanında gitmişiz, turist neredeyse yok gibiydi. Bence daha iyi oldu, belki de gittiğimiz yerlerde daha iyi ağırlandık.

Akşam yemeği için Sultan Sofrası’na geçtik. Burası eski şehrin merkezinde ve birçok yöresel yiyeceğin bulunabileceği bir mekan. Biz turistler için 25 TL’ye Mardin Tabağı hazırlamışlar. İçerisinde Mardin kebabı, sembusek, etli ekmek ve kaburga dolması bulunuyor. Mardin kebabının özelliği sarımsaklı olmasıymış. Açıkçası çok da bir fark hissetmedim. Sembusek ise kapalı lahmacun olarak tanımlanabilir. İçerisinde soğan ve kıyma bulunuyor. Mısır’da yediğim Sembusek, daha çok içi dolu pişi gibiydi, şişkin bir yapısı vardı. Mardin usülü Sembusek de pek hoşuma gitmedi. Etli Ekmek ise oldukça lezzetli idi. Konya’da Etli Ekmek, kıymalı pide gibi oluyor; Sinop’ta ise kıymalı gözleme gibi. Ben de her seferinde “Neden ekmek diyorlar acaba?” diye düşünürdüm. Buradaki Etli Ekmek için hamur ile kıymalı harç birlikte yoğuruluyor, bütün şekilde bir ekmek oluşuyor. Hamur, süt dana kıyması, pul biber, karabiber, sarımsak, yeşil biber, kuru nane ile birlikte karışıtırılıyor. Tek kötü yanı önceden hazırladıkları için ısıtıp servis ediyorlar. Hamur işleri ısıtılınca yapısı değişiyor. Kaburga dolması ise öyle dolma şeklinde değil, maydanozlu iç pilavın üzerine tiftilmiş kuzu eti şeklinde. İç pilav gayet lezzetliydi. İstanbul’daki gibi bol tarçınlı, kuş üzümlü değildi.

SULTAN SOFRASI - MARDİN TABAĞI

Mardin’de akşamlar çok canlı. En sakin sezonda orda olmuş olsak bile gidebilecek birçok kafe bulunuyor. Kafelerin adları genelde Kültür Kafe veya Kitap Kafe. Yani öyle boş kafeler değil, bir yanında mutlaka bir kütüphane kısmı var. Biz de ilk Marangozlar Kahvesi’ne gittik. Karanlık dar sokaklardan ilerlerken böyle bir mekana kapı açacağımızı tahmin edemezdik. Hoş bir taş binanın içinde, ortada kestane pişen bir soba, bir tarafta kitaplar, duvarlarda resimler, eski fotoğraflar… Yazın sinema gösterimleri de yapılıyormuş burada. Hemen bir Süryani kahvesi söyledik. Bu kahvenin özelliği daha acımtırak olması ve kakule aromalı olması. Açıkçası Türk kahvesindense bunu tercih ederim.

MARANGOZLAR KAHVESİ

İstanbul Pastanesi’ndeki Fadıl’ın önerisiyle canlı müzikli kafeye geçiş yaptık. Bizmar Kültür Kafe’de belli akşamlar canlı müzik oluyormuş. Şanslıyız ki biz de denk geldik. Kafede hem çay, kahve hem de Süryani şarabı, bira tüketebilirsiniz. Çok serbest bir ortam var. Ancak bu serbestlik duman altı bir ortama da sebep olmuş. Herkes sigara içiyor ve hava soğuk olduğu için pencereler açılmıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse boğulduk. Ev yapımı sıcak şarabından (25 TL) tattık, gayet lezzetliydi. Ama dikkat, çaktırmadan önünüze çerez tabağını (8 TL) ikrammış gibi koyup hesaba ekliyorlar. Türküler eşliğinde geçen gecemizden sonra 11 civarında mekandan ayrıldık. Taksiyle öğretmenevine geçtik, çünkü o saatte toplu ulaşım yokmuş.

BİZMAR KÜLTÜR KAFE


2. GÜN


Mardin’i rahat bir şekilde dolaşabilmek için araba kiralamak şart. Yoksa toplu taşımalar ile ne istediğiniz yere gidebilir ne de gittiğiniz yerde olması gereken süre kadar durabilirsiniz. Biz de Urfa’daki gibi yerel bir oto kiralama şirketi arasak da öğrendik ki Mardin’de herhangi bir çarpmaya karşı kasko yapmıyorlarmış. Hatta sözde ortak bir işe girip gelip turistin arabasına çarpıyorlarmış, sonradan da para ödetiyorlarmış. O sebeple riske girmeyip büyük şirketlerden araba kiralamaya karar verdik. Havalimanında Avis ve Budget aynı yerden yönetiliyor. Bunu bilmiyordum ve art arda ikisini aradım; şansıma farklı insanlar çıktı. Bir anda adam Budget’ın verdiği fiyatı sorup ondan daha ucuz bir fiyat verdi. 3 gün için toplamda kar lastiği, kasko dahil 625 TL ödedik. Daha da az olacaktı ki ehliyetimin iki yıllık olmasına 10 küsur gün kaldığı için bir 50 TL fazla ödemek zorunda kaldık. Yani büyük şirket demeyin, pazarlığa sonuna kadar girişin. Kartımda yeterli bakiye olmadığı için geri ödenecek 750 TL’lik provizyon ücretini bile almadı adam. Yani her türlü kolaylığı sağlıyorlar.

Arabamızı alıp doğrucu çevrede gezilecek yerler için yola çıktık. Kahvaltımız da tabii ki arabada Mardin’in lezzetli çörekleri. En meşhur çörek Kliçe, daha çok Paskalya çöreğine benzer yumuşak, anasonlu, mahlepli, tarçınlı. Onun sert ve halka şeklindeki versiyonu Mardin çöreği bence daha da lezzetli. Bunlar için de en iyi adres Matador Fırını. Sıcacık poğaçalara da denk geldik, mükemmeldi. Büyük, yuvarlak bademli un kurabiyeleri de denenebilir ancak bana fazla şekerli geldi. Ama hepsi tatmaya değer.

MARDİN ÇÖREĞİ

BADEMLİ UNLU KURABİYE

İlk durağımız Dayrulzeferan Manastırı. Manastırdan bahsetmeden önce Süryanilik’ten bahsetmem gerek biraz. Süryaniler, Hıristiyanlığı ilk kabul eden bir topluluk. Yani Süryanilik bir mezhep değil bir millet oluyor. Süryani kelimesi, Asurca bir kelime ve Asurlular anlamında kullanılıyormuş. Genel olarak Ortodoks mezhebine ait olan Süryaniler’in dini merkezi bir zamanlar Dayrulzeferan Manastırı imiş. 1932 yılından sonra merkez önce Humus’a ardından Şam’a taşınmış. Mardin’i gezerken en çok karşımıza çıkan kelime Mor oldu. Bu da Süryanice “Aziz” anlamına geliyor. Örneğin Dayrulzeferan Manastırı, önceleri bölgedeki kaleyi manastıra çeviren Aziz Şleymun’dan dolayı Mor Şleymun Manastırı olarak biliniyormuş. Süryaniler, günde 7 kez ibadet ediyormuş; bunlar 4’ü bireysel geri kalanı da cemaatle yapılıyormuş. Bu ibadet tıpkı namaz gibi secde şeklinde imiş ve doğuya dönük bir şekilde yapılırmış. Haftada 3 gün de ayin yapılırmış: Çarşamba, cuma ve pazar. Bu ayinlerde çiftli koro şeklinde Süryanice ilahiler okunurmuş. Süryaniler’in bölgeden sorumlu din görevlisine Metropolit deniyor. Şu an ülkemizde 4 metropolit bulunuyor. Biri Adıyaman, biri İstanbul, diğer ikisi de Mardin’de.

DAYRULZEFERAN MANASTIRI

Dayrulzeferan Manastırı, 67 hektarlık bir alana yayılmış manastır. Girişte 5 TL ödemek gerekiyor. Bu elde edilen para ile manastırın ihtiyaçları karşılanıyormuş. Biletler alınınca manastırın girişindeki bir kafede bekletiyorlar gelenleri. Çünkü gruplar oluşturulup bir rehber eşliğinde gezdiriyorlar manastırı. En güzel özelliği de bu bence, uzak olduğumuz bir kültürü kendi içinden biri anlatması çok mantıklı. Kafede manastırın arazisinde yetişen ürünler satılıyor. Bal, soğuk sıkım zeytinyağı, badem ve birçok baharatın karışımından oluşan Zeferan çayı. Beklerken şömine yanında bir Zaferan çayı içtik ve ardından manastıra ilerledik.

ZAFERAN ÇAYI

Rehberimiz manastırın ana bölümlerini gezdirdi, Süryanilik’in temel prensiplerini anlattı. Burasının 4 metropolitlikten biri olduğunu söyledi. Günümüzde de faal bir şekilde kullanılan manastırda hala öğrenci ve rahipler kalmaktaymış. Manastırın üst katları bu din adamları ve misafirlerin konaklaması için kullanılıyormuş. Cumhuriyet devrinin ilk matbaası da bu manastırda imiş. Birçok devlet yazılı kağıdı buradaki matbaa ile basılmış. Tamamen taştan yapılmış binanın hala nasıl bu kadar sağlama olduğunu göstermek için de rehber alt katta bulunan ve Pagan zamanında Güneş tapınağı olarak kullanılan bölüme indirdi. Taşlar arasında hiçbir harç kullanılmamıştı ve 1 tonluk taşlar eğimli açılarla birbirleri içine geçirilerek çok sağlam bir yapı elde edilmişti. Manastırın mezar bölümüne geldiğimizde öğrendik ki din görevlileri üst üste gömülüyorlarmış. Her yeni ölümde en eski mezar açılıyor, son gömülenin kemikleri kenara itiliyormuş ve din adamı kıyafetleriyle bir sandalyeye oturtularak doğuya dönük bir şekilde gömülüyormuş. Bunun sebebi Hz. İsa’nın kıyamet günü doğudan geleceğine inanılması ve din adamlarının hazır bir şekilde beklemesi içinmiş.

DARA ANTİK KENTİ

Manastırdan sonra arabaya atlayıp doğruca Dara Antik Kenti’ne doğru ilerledik. Şu an bir köyün içinde yer alan antik kentin yalnızca %30’u açığa çıkarılmış. Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırını Sassaniler’e karşı korumak amacıyla bir garnizon şehri olarak kurulmuş. Yıllar boyu sınır kenti olarak devletler arası sürekli el değiştirmiş. Kentte dikkati çeken kaya içine oyulmuş yapılar bulunuyor. Kentin agorasını, surlarını ve su toplanan maksemini görmek mümkün. Yüzlerce kişinin bir arada gömüldüğü mezarlıktaki kemikler hala görülebiliyor. Burada yeniden diriliş törenleri yapılıyormuş. Köyün farklı bir tarafında bulunan Zindan ise köyün çocukları tarafından oyun alanına dönüşmüş durumda. Su sarnıcı olarak kullanılmış zindanın girişinde çocuklar bize yapışıp “Size Ahmed Arif’ten bir şiir okuyayım mı?” diyorlar. Fazla uzatmayıp yola devam ediyoruz.


ZİNDAN

Bugünün programında aslında Beyazsu’ya gidip balık yemek ya da Habip Usta’nın Yeri’nde kebap keyfi yapmak vardı. Ancak sezon olmadığı için tüm mekanlar kapalıydı. Buradaki Beyazsu adlı akarsunun üzerine oturma alanları yapmışlar. Alttan su akıyor, insanlar keyif yapıyor. Muhtemelen güzel havalarda tıklım tıklım bir yerdir burası. Beyazsu’ya gelmeden önce yaptığımız heyecanlı yolculuktan bahsetmeden olmaz. Nusaybin kara yolunda Suriye sınırına paralel olarak yaptığımız bu yolculuk benim için çok heyecan verici olmasına rağmen, Doruk ve Halil mecburen bu yolu kullandılar. Suriye sınırı tamamen duvarla örülmüştü. Duvarın uzunluğu 564 kilometre imiş ve güvenlik önlemeleri ile örülen bu duvar Çin Seddi ve ABD-Meksika sınırının ardından dünyada üçüncü en uzun duvarı imiş. Karşı taraf oldukça sakin gözüküyordu, zeytin tarlaları, bomboş düzlükler, belli aralıklarla gözetleme kuleleri… Bize medya Nusaybin’i bombaların susmadığı bir yer gibi gösteriliyor ancak bir önceki gün yemek yerken bir öğretmenin orada çalıştığını, her gün gidip geldiğini ve bir sorun olmadığını söylemesi üzerine biraz daha rahat bir şekilde kullandık yolu. Cemre ile bana kalsa Nusaybin’de de bir tur atmalı, sınır kapısını görmeliydik. Ama doğruca Mor Gabriel Manastırı’na yöneldik.

SURİYE SINIRI

Yine 5 TL olan giriş ücretiyle manastır rehber eşliğinde gezdiriliyor. Zamanında Süryaniler'in çoğunlukta olduğu Mardin’in en önemli manastırlarından biri de Mor Gabriel. Bu manastırın da en önemli dönemi Aziz Gabriel yönetiminde yaşandığı için bu ad verilmiş. Aslında ilk başta adı manastırın kurucusu olan Mor Samuel imiş. 397 yılında yapılmaya başlanan yapı hâlâ aktif bir şekilde kullanılıyor. 3 rahip, 14 rahibe ve 25 öğrenci devamlı olarak manastırın üst katlarında kalıyor. Manastırın içinde Meryem ana Kilisesi, Resuller Kilisesi, Kırkşehit Kilisesi gibi bölümler yer alıyor. En dikkat çeken bölüm ise mezar odaları. Tıpkı Dayrulzeferan Manastırı‘ndaki gibi burada da asırlar boyu din adamları bu odadaki bölümlere üst üste gömülmüş. Kurucu Mor Samuel'in mezarı ise kendi istediği üzerine yerde imiş. İnsanlığa hizmetin en önemli vazife olduğunu düşünerek insanlara olan merhametinin simgesiymiş bu gömülüş tarzı. Hâlâ da mezarının ucundaki açıklıktaki kumdan insanlar biraz alarak uğur getireceğine inanıyorlarmış. Aynı zamanda manastırın ana kilise bölümünde bulunan altın yaldızlı mozaikler, Bizans mozaiklerinin doğudaki en eski örnekleri olma özelliği taşıyormuş.

MOR GABRIEL MANASTIRI

MEZAR ODALARI

Yoğun yol sonrası Midyat’a döndük. Midyat, Mardin’in mutlaka gezilmesi gereken bir ilçesi. “Küçük Mardin” olarak tanımlayabileceğimiz Midyat, kiliseleri, çarşıları ve eski evleri ile eski havasını koruyor, tabii burada da eski bölgenin etrafı yüksek binalar ve çirkin apartmanlarla çevrelenmiş. Hıristiyanlığın yayıldığı ve kök saldığı Tur Abdin bölgesinin merkezinde yer alıyormuş burası. Mor Gabriel Manastırı’nın Süryanilik’in merkezi olduğu dönemlerde zirve dönemini yaşamış bu kent.

Midyat’ta öncelikle öğretmenevine gidip odalarına baktık. Burada paylaşımlı oda fiyatları daha da ucuzdu, yalnızca 30 TL. Doruk ve Halil pek beğenmedi, biz de doğruca yemek yemeye gittik. Cihan Et Lokantası, Midyat’ın en meşhur mekanı. Burada sulu yemekler ve kebaplar bulunabilir. Biz de kaburga dolması ve gerdan eti aldık. Kuzunun boynu olan gerdan aşırı lezzetliydi, özellikle yağı. Biraz garip olsa da etlerimizi yedikten sonra gerdanın yağından bir tabak isteyip pidelerimizi bandırdık. Kaburga dolması ise Mardin merkezin aksine burada ya pirinç pilavı ya da bulgurla servis ediliyordu. Bulgur Midyat’a aitmiş. O da gayet güzeldi. Mekan aynı zamanda İrmik Helvası da ikram etti ve ikinci yemeğimizi yemek üzere Kasr-ı Nehroz Otel’e geçtik.

BANMALIK YAĞ

Kasr-ı Nehroz Otel, Midyat’ın en iyi otellerinden biri. Süryanilerin kendilerini saldırılardan koruyan Müslüman aile Nehroz'lara 18'inci yüzyılda hediye ettiği Kasr-ı Nehroz, 6 milyon liralık yatırımla otele dönüştürülmüş. Oteli yaptıranlar, Nehroz Ailesi köklerinden gelen Türkiye'nin büyük inşaat gruplarından Mardinli Yenigün Ailesi imiş. Bu aile yurt dışı başta olmak üzere çok büyük inşaat projelerini hayata geçirmiş. Otel Erdoğan ve Angelina Jolie’nin göüşmesinin yapıldığı mekanmış aynı zamanda. Bir zamanlar otelin restoranında çok önemli bir şef varmış, gitmiş olduğunu bilsek de yine de şansımızı denemek istedik. Maalesef menüyü elimize aldığımızda bizi Tortellini gibi Avrupa lezzetleri karşıladı. Geleneksel olarak yalnızca İçli Köfte ve Sembusek vardı. Sembusek, Mardin’de yediğimizden daha iyiydi, dah yağlı ve malzemesi boldu. İçli köfte, Mardin’de haşlanarak yapılıyor. Yerel halk İkbebet diyor bunlara. İçerik kıyma, soğan, maydanoz, karabiber, yenibahar, kişnişten oluşuyor. Katlanma şekli de alışık olduğumuza göre farklı biraz. Üçgenimsi katlıyorlar, buna da kuş diyorlarmış. Açıkçası haşlanmış olduğu daha çok hoşuma gidiyor, çünkü diğerinde yanık tadıyla karşılama olasılığı çok yüksek oluyor.

İKBEBET

Yemeği bitirmiştik, otelde dolanırken birden eğilip geçtiğim bir kapıdan farklı bir mekana geçiş yaptım. Meğerse orası “Nevi” adında bir şarap eviymiş. Adana’dan buraya gelmiş bir öğretmenin birkaç ay önce açtığı mekan Kasr-ı Nehroz’un bir zamanlar küçük bir tapınak olarak kullanıldığı bölümünün hemen yanında bulunuyor. O bölümde hala bir din adamının mezarı bulunmakta, üzerindeki erimiş mumlardan rahatlıkla anlaşılıyor zaten. Nevi’de birçok ev yapımı Süryani şarabı olmasına rağmen, fabrikasyon olan en meşhur marka Shila da bulunmakta. İnançlarına bağlı bir toplum olan Süryaniler için şarap önemli bir yer tutmakta. Mezruna ve Kerküş üzümlerinden beyaz; Boğazkere ve Öküzgözü’nden kırmızı şarap yapıyorlarmış. Ancak o kadar yol kat etmiştik ve gözüme çarpan bir bağ olmamıştı. Mekanı işleten kadına sorduğumda öğrendim ki üzümlerin çoğu çevre illerden geliyormuş ki zaten bağlar bizim Ege’deki gibi direkli, telli olmuyormuş. Bitki olduğu yerde yayılıyormuş. Günümüzde genel olarak Süryaniler kendilerine yetecek kadar şarabı geleneksel yöntemler ile yapıyorlarmış. Tabi artan ilgi sonucu büyük firmalar da ortaya çıkmış. Kadın birkaç şarap tattırdı ve en hoşuma gideni mahlepli olanı oldu. Açıkçası, alkol ve kahveden çok anlamama ama mahlebin kattığı aroma farklı bir boyuta çıkarmıştı şarabı. Şarap çok tatlı, meyve suyunu andırsa da mahlep o tatlılığı dengelemişti. Yine şarap tadımında en sevdiğim şey yanında getirilenlerden oldu. Tekirdağ’da peynirlere bayılmıştım, burada da Kum Leblebisi oldu. Mardin’e has mı tam bilmiyorum, Elazığ’da Ağın leblebisi denen bu çerezi, nohutları meşe külünde kaynatıp, odun ateşinde sıcak kumla kavurarak imal ediyorlarmış. Alıştığımız leblebiye göre oldukça sert, sanki biraz beyaz leblebiye benziyor. Eve giderken alınması gereken lezzetlerden biri.

NEVİ ŞARAPEVİ

Öğretmenin tavsiyesi üzerine gece yemeğimiz için Midyat çarşının geceleri ortaya çıkan meşhur Ciğerci Muhittin’ine gittik. Yalnızca 7 TL’ye ciğer, Adana ve tavuk dürüm yapıyor Muhittin. Çarşıda bunu nasıl bulacağız diye düşünürken zaten ana yuvarlağın tam önünde iki baca dumanı tütüyordu. Biz de ikisinden öneri üzerine Muhittin’i tercih ettik tabi. Açıkçası oldukça lezzetliydi, sokak lezzetlerinden aşırı mükemmeliyet beklememek gerekir, ucuzluğu ve doğallığından zevk almalı.

CİĞERCİ MUHİTTİN

Saat 23.30’a yaklaşırken tatlı için de şehrin meşhur tatlıcısı Sadık Künefe’ye gittik. Birçok şubesi olan bu tatlıcının künefesi dışında bir de Hoşverdi adında yaratıcı bir tatlıları var. Sütlü bir baklava, ama Sütlü Nuriye değil. Çünkü içerisinde fındık yerine fıstık bulunuyor ve de üzerine kakao serpilmiş. Açıkçası ben tatmadım ama diğerleri çok beğendiler. Künefesini de “Kaşarlı tost” olarak tanımladılar, sona kaldığımız için bu kadar kötü olabilir, tatmadığımı çok eleştirmeyeyim. Ama buranın en güzel yanı tatlıların yanında tabaklarda üzerine dökmelik bol bol fıstık getirmeleriydi. İstanbul’da olsa o kadar fıstıktan bir tatlı parası daha alırlardı.

Şarapçıda otururken otelin yöneticisinin gelip bizle sohbet etmesi, bölgenin ve ülkenin durumu ile ilgili bilmediklerimizi anlatması sonucunda otelden fazla etkilenmiştik ve bir anda hep beraber Kasr-ı Nehroz’da kalmaya karar verdik. Geceliği 130 TL olan odalar taştandı ve modern ve geleneksellik bir arada döşenmişti.

KASR-I NEHROZ


3. GÜN


Midyat’ta sabahımız biraz soğuk ve yağmurluydu. Herkes uyurken biz Cemre ile erkenden kalktık tabii ki. Öncelikle güzel bir kahvaltı için çarşıya indik. Rastgele keşfettiğimiz ki bence Midyat’ta gidilmesi gereken yerlerin başında gelen Rodi Gözleme’ye girdik. İçerisi tıklım tıklım. Herkes gelip gözlemesini alıp gidiyor. Yan yana birkaç sacın üzerinde bazıları kare bazıları yarım daire şeklinde olan gözlemeler havada uçuşuyor. Kokusu zaten daha da çekici. İlginç yanı ise sarı renkte olması hamurların. Nedenini sorduğumuzda unun sarılığından olduğunu söylüyor usta. Kullandıkları un da önlüklerinden anlaşıldığı gibi Batman’dan gelen Yükseliş Un. Bir peynirli bir de sade söyledik. Peynirli vasat sade muhteşemdi. Hamurun tadını çıkarmak için sade tadılmalı. Üzerine biraz daha yağ sürülse hatta uçacak resmen.

RODİ GÖZLEME

Cadde üstünden çarşıya girdik. Sobacılar, kuruyemişçiler derken gözüme kare kare kesilmiş pestil benzeri ama daha kalın yiyecekler ilişti. Çekçek denilen bu yiyecekler üzümden yapılıyormuş. Bunun için öncelikle üzümlerin suyu çıkarılıyormuş. Posasından ayıklanan su büyük kazanlara konulup odun ateşinde kaynatılıyormuş. Kaynayan şireye ayran, aktoprak ve un ekleniyormuş. Kazandaki şire katılaşıp bulamaç kıvamına gelince savanların üzerine dökülüp kurumaya bırakılırmış. Ardından kesilip yemeğe hazır duruma getirilirmiş. Oldukça lezzetli, pestil gibi plastik yer kıvamında değil ağzı doldurur bir yapısı var. Aşırı da tatlı olmadığı içi insanı baymıyor. Pestil deyip geçilmemesi gereken bir lezzet.

ÇEKÇEK

Çarşıdan eski şehre girerken öncelikle Geluşke Han’a uğranmalı. Uzun yıllarca bir yerden bir yere giden kervanların konaklama noktası olarak kullanılmış olan han 1900’lü yıllarda Bağdatlı bir Süryani olan Musa Şamaz’ın Midyat’a yerleşmesi ile bir kervansaray halini almış. Mahsun Kırmızıgül’ün Aşka Sürgün dizisinin ve Hükümet Kadın’ın bazı bölümleri burada çekilmiş. Kış sezonu olduğu için çok sakindi. Ama oradaki bir kafenin işletmecisi dam bize mekanlarını gezdirdi. Meğer hafta sonları 12-18 arası canlı türkü dinletisi olan bir Türkü Bar varmış. Mekanları hanın yapısına uygun olarak geleneksel bir şekilde dekore etmişler, canlı zamanında bir kahve içip türkü dinlemek için ideal bir yer.

MİDYAT ÇARŞI

Midyat sokakları, tarihi yapısıyla saatlerce gezilesi. Ama asıl görülmesi gereken bina Midyat Devlet Konukevi adlı, Sıla dizisinin çekildiği Sıla Konağı. Yeni bir diziye hazırlandığı için tadilata denk geldik ama sabahın köründe geldiğimizi görüp acıyan adam avludan da olsa konağa bakmamıza izin verdi. Bu arada siz de giremezseniz hemen yanındaki binaya da girilebiliyor. Oradan konağı rahatça görebilir, eşsiz Midyat manzarasının tadını çıkarabilirsiniz.

SILA KONAĞI

Mardin’in neresini gezersek gezelim, özellikle kiliselerde dikkat çeken ince taş işlemeciliği. Buradaki binalar çevrede bulunan kalker taşı ile yapılıyor. Beyaz Elmas olarak tabir edilen Katori taşı ile de çeşitli süslemeli taşlar ile kaplanıyor cepheleri. Bu taş yıllar geçtikçe oksitlenerek sertleşiyor ve mevsimsel ısı yalıtım görevi üstleniyormuş. Bu taşların en çok dikkat çeken deseni de üzüm salkımları. Süryaniler’in dinsel olarak şaraba verdiği önemden olsa gerek çok sık rastlanıyor.

KATORİ TAŞI VE SÜSLEMELERİ

Midyat’tan ayrılmadan önce son yemeğimizi yemek üzere Dostlar Lokantası’na gidiyoruz. Burası sabahın erken saatlerinden itibaren çorba ve haşlama et sunuyor müşterilerine. Yumuşacık haşlanmış kuzu etinin neresini istersek koyuyorlar tabağa, üzerine de bolca suyundan. Tam bir kolajen, sağlık bombası. Yanına da sıcak pide, domates, soğan ve biber. Halil, kimyon soruyor. Adam da haşlamanın sade yenmesi, etin tadını çıkarmak gerektiğini söylüyor. Bir anda önümüze kuru pilav geliyor ikram olarak. Fasulye çok da güzel değil, pilav da biraz lapa. Ama etin suyuyla birleşince çok güzel oluyor. Ardından herkese birer tabak sürpriz geliyor, bir tabak haşlama suyu ekleniyor etlerimize. Onlar bizi mutlu ediyor, biz de onları tercih ettiğimiz için seviniyor ve doğruca yola çıkıyoruz.

DOSTLAR LOKANTASI

Bir önceki gece Nevi Şarap Evi’nde otururken “Hasankeyf’e mi gitsek, Mardin’de başka gidilesi yer var mı?” diye konuşurken, otel yöneticisinin de önerisiyle Mor Yakup Manastırı’na gitmeye karar verdik. Karno ve Dayr Ghazalke olarak da bilinen bu manastırla aynı adda olan bir de Nusaybin merkez de bulunan manastır var, haritalara yazarken karıştırmamaya dikkat. Bu manastıra giderken Midyat’tan çıkıp Kafro Köyü, Üçköy ve Ezidi mezarlığının yanından geçmek gerekiyor. Yeri gelmişken Kafro Köyü’nden bahsetmek lazım. Kafro Köyü tıpkı gittiğimiz manastır gibi Bagok Dağları’nda bulunuyor. Dağlardaki terör sebebiyle zamanında buradaki köyler boşaltılmış, Süryani ailelerin bir kısmı kendilerini yurt dışında bulmuş. Avrupa'daki Süryaniler, bir gün doğup büyüdükleri topraklara dönebilmek için önce İsviçre'de Kafro Köyü Kalkındırma Derneği'ni kurmuşlar. Ardından da dernek başkanı Yahko Demir'i köye göndermişler ve projeleri Avrupa'da hazırlanan villalar inşa ettirmişler. Bir köyden çok lüks bir siteye benziyor köy, her biri birbirinden farklı evleri bölgenin taşı kullanarak eski doku korunarak yaptırmaları farklı kılıyor bu köyü. Yazın turist akınına uğrayan köyün çekim noktası ise köyün pizzacısı Kafro’s Pizzeria. Mekanın sahibi Nail Demir Almanya’da yaşamış yıllarca, usta da İsviçre’de. Pizzalar taş fırındanmış. Türk usülü olarak da yanında yayık ayran veriliyormuş. Maalesef sezon olmadığı için kapalıydı, içimde kaldı ama 11 Şubat’ta açılıyormuş.

KAFRO KÖYÜ

KAFRO'S PIZZERIA

Manastır yolu biraz korkutucuydu. Terorün yuvası Bagok Dağları’ndan geçerken acaba terörist çıkar mı karşımıza diye düşünerek ilerledik. Hava iyice sislendi, yollar dar, çukurlu, telefon çekmiyor. Otel yöneticisi teröristlerin bizimle işi olmadığını söyledi ama ya çıkarsa? Üniformalarından ayırmamız güçmüş Türk askerinden ama kırmızı ayakkabıları oluyormuş. Tam biz nereye gidiyoruz derken beyazlığın içinde manastır belirdi.

MOR YAKUP MANASTIRI

Arabamızı park ettik ve genç bir çocuk bizi karşıladı. İlerleyince manastırın rahibi karşımızdaydı. Rahip Sefer Belican, İstanbul doğumlu bir Süryani imiş. Genç yaşlarda gördüğü bir rüya sonrası kendini dine adamaya karar vermiş. Ailesinin tüm engellerine karşın bu mücadelesine devam etmiş. Suriye’de Yunan dili, İngiltere’de teoloji okumuş. Ardından bu manastıra tayin edilmiş. Henüz 42 yaşında. Bize manastırı ve dinleri çok kibar bir şekilde anlattı. Bu manastır 12. yüzyılda kurulmuş. Zamanında Süryaniler’e yapılan katliam ve zulümler sonucu manastır terk edilmiş. 2006 yılında gelen yardımlarla manastıra bir yol yapılmış, restorasyonu da 2013’te tamamlanmış.

RAHİP VE BİZ

Rahip bize din ve inancın farkını anlattı. Din bir şeriat iken Hıristiyanlık’ın bir inanç olduğunu söyledi. Hıristiyanlık’ta serbestlik inancı olduğunu söyledi. Süryaniler’e Cumhuriyet zamanında yapılanlardan bahsetti. 1915’te birçoğunun kesilerek öldürüldüğüne değindi. Aynı zamanda Atatürk de diğer din adamlarını, mollaları astırdığı zamanda çok yakın dostu olan Patrik İlyas’a “Dostum kaç git buralardan, seni de asarım.” demiş. İnönü, Enver Paşa ve Talat Paşa’nın İttihat Terakki zamanında gayrimüslimleri temizleme düşüncesinde olduğunu belirtti. Süryaniler’in de oruç tuttuğunu, kendisinin de vejetaryen olduğunu söyledi. Konuşma öyle ilerledi ki rahip bizi kendi kaldığı ev kısmına davet etti. Sıcacık sobanın yanında oturduk. İki öğrencisi vardı. Yakın köydeki bu iki Süryani genç ondan bir şeyler öğrenmeye geliyorlarmış, yaklaşık 2 aydır buradalarmış. Ancak rahip çok umutsuzdu. Çünkü açıktan liseye başlamış olmalarına rağmen hala Türkçe’yi ne konuşabiliyorlar ne de okuyabiliyorlar. Çarpma işlemi dahi yapamıyorlar. Buralarda eğitimin ne kadar kötü durumda olduğunu açık açık görmüş olduk. Bize kahve ile çörekler de ikram ettiler. Ev yapımı çörekler biraz bayat olsa da oldukça lezzetliydi. Meğer rahip hiçbir şekilde para kullanmıyormuş. Köylülerin getirdiği yiyeceklerle hayatını sürdürüyormuş. Hatta o gün karnabahar kızartması yapmıştı. Yazın Kafro’daki pizzacıya gittiğinde de rahip olduğu için bedava yiyormuş. Tek bir endişe vardı. O da İstanbul’da Cumhuriyet tarihinde yapılmış olacak ilk kiliseye tayin edilmesi. Çünkü yıllardır burada sakin yaşama alışmış ve İstanbul onu korkutuyormuş.

RAHİBİN EVİNDE

EYLÜL, CEMRE, NCA, RAHİP, HALİL, DORUK

Hasankeyf’ten daha çok keyif aldığımızı düşündüğümüz günün sonunda doğruca Mardin merkeze geçtik. Akşam yemeğimiz için şehrin en önemli restoranı Cerciş Murat Konağı . 1888 yılında inşa edilen konak 2001’den beri turizmci Ebru Baybara Demir tarafından Mardin’in kültürünü yansıtan bir restoran olarak hizmet veriyor. Ebru Baybara Demir iki kez Basque Culinary World Prize’da Bask Dünya Aşçılık Ödülleri) 140 şef arasından ikinci kez finale kalarak, dünyanın en iyi 10 şefinden biri olmuş.

Mekan hafta sonları paket menü uyguluyor, 100 küsur lira vermek yerine hafta içi giderek tüm masa donatılabilir. Biz de yemeğe zeytinyağlı ekşili kurutulmuş patlıcan dolması ile başladık. Hayatımda yediğim en iyi dolmaydı diyebilirim. Ekşisi muhteşemdi. Burada da birer haşlanmış içli köfte Ikbeybet tattık. Kızarmış içli köfte Irok da denemeye değer. Mardin’in Süryani Mutfağı yemeklerinden de üç yemek söyledik. Mevsiminde çıkan Ayvalı Kuzu Kavurma, ayvanın girdiği tüm yemekler gibi güzeldi ancak bir porsiyona yarım ayva bile koymamış olmamaları malzemeden kısmış bir görüntü oluşturuyordu. Kitel Raha ise Süryani içli köftesi olarak tanımlanıyor. Tabak şeklinde basık içli köftenin üzerine yoğurt dökülerek servis ediliyor. İçi yine kıyma, soğan ve çeşitli baharatlardan oluşuyor. Süryani yemeklerinden favorim ise Dobo oldu. Dobo’yu sarımsaklı but dolması olarak tanımlayabiliriz. Eti yumuşacık, Karacadağ pirinci ile servis ediliyor.

EKŞİLİ KURUTULMUŞ PATLICAN DOLMASI

KİTEL RAHA

Soframızın asıl yemeği ise Mardin’in en meşhur yemeği Kaburga Dolması. 2 kişilik kaburga dolması 120, 4 kişiliği ise 240 TL ki bence 2 kişiliği bile 5 kişiye yeter, tabi diğer yemeklerden tadacaksanız. Doğrusu kaburganın yarısı bana kaldı, diğerleri yiyemediği için. Dolma nedense burada da dolma şeklinde değildi. Yani kaburganın içine pilavı doldurulmuş sonra da bağlanmış değil. Şehriyeli bulgur pilavının üzerine kaburga kapatılmış şekilde servis ediliyor. Hatta garson önümüzde etleri çatalla tiftik tiftik ayırdı. Açıkçası kaburga mükemmel değildi ama yenecekse de Cerciş Konağı’nda yenmeli. Tatlılardan ise Mardin’ özgü olan Cevizli Harire’yi tadabildik. Pekmez peltesi olarak tanımlanan tatlı pekmez, un ve şekerin kaynatılmasıyla ortaya çıkıyor. Çok hafif, aşırı şekerli olmayan bir tatlı. Yemeğin sonunda da geleneksel olarak, garson elinde bir kova ve ibrik ile geliyor; gül suyunda ellerimizi yıkatırken dilek dilememizi söylüyor. Bakalım gerçekleşmeyen dileklere burası çözüm olacak mı?

KABURGA DOLMASI

CEVİZLİ HARİRE, AYVA TATLISI, İRMİK HELVASI

Akşam vakit geçirmek için bu seferki durağımız Leylan Kafe. Burası daha çok Kürtler’ e odaklanmış. Yine kitaplı bir bölümü, bol sigaralı terası ve soba kenarı bölümleri var. Burada Kürt kahvesi denedik ancak aşırı şekerli olduğu için içemedim, kahvenin de farkını anlayamadım.

KÜRT KAHVESİ

Mardin’de son gecemizi Merdin Butik Hotel’de kişi başı 65 TL’ye iki kişilik odalarda geçirdik. Manzarası çok hoş, eski bir Ermeniler tarafından yapılmış taş binadaki bu konaklamamıza kahvaltı da dahildi. Herhalde sezonun yokluğundan fiyatlar bu kadar düşüktü. Açıkçası Midyat’taki bol ödüllü Kasr-ı Nehroz Otel’den daha güzeldi, tavsiye ederim.



4.GÜN


Mardin merkezi gezmeyi mecburen son güne bıraktık. O yüzden sabah erkenden kalktık. Aslında hayalimiz manzaralı otelimizden güneşin doğuşunu izlemekti ama şehir tamamen sisler içindeydi. Sıcacık çörekler ile güne başlamak için doğruca Matador Fırını’na gittik. Çok poğaçacı biri değilimdir ki günlük hayatta asla yemem; ama buranın poğaçasını unutamıyorum. Sıcacıktı ve hamuru bir muhteşemdi. Aynı yerden Mardin simidi de aldık, yumuşacık, kavrulmamış susamlı ve hafif tatlıydı.

MARDİN SİMİDİ

Mardin’in labirent gibi sokakları bazen birbirine binaların altından geçerek bağlanıyor. Bu geçitlere Abbara deniyormuş. Arapça’da “kapalı yer” anlamına gelen bu geçitler Mardin’in mimari yapısı için çok önemli bir yere sahip. Bu kemerli geçitlerden geçerken neden hep çok mutlu oldum.

Mardin Artuklu Üniversitesi’nin tarihi binadaki Mimarlık Fakültesi’nin yanında Sakıp Sabancı Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi bulunuyor. Müze binası, II.Abdülhamit döneminde Ermeni bir mimar tarafından yapılmış. 2000'li yıllarda Sabancı'dan restorasyon için yardım istenmiş ve Sakıp Sabancı'nın ölümü sonrası kendisinin vasiyeti olarak görülmesiyle Güler Sabancı ve Dilek Sabancı’nın bulunduğu bir törenle müze binasının restorasyonuna resmen başlanmış. Kent müzesi kısmı ile kentsel kültür yansıtılırken, sanat galerisi kısmı ile Mardin'de modern ve çağdaş bir sanat ortamı oluşturulmaya çalışılıyormuş. Şansıma geçici sergilere ev sahipliği yapan Mardin Dilek Sabancı Sanat Galerisi'nde okuldaki fotoğrafçılık dersi öğretmenim Murat Germen’in "Fotoğrafın Türlü Halleri" adlı bir sergisi vardı.

MİMARLIK FAKÜLTESİ & SABANCI MÜZESİ

Sonraki durağımız Zinciriye Medresesi. Mardin’de hüküm süren son Artuklu sultanı tarafından yaptırılmış. Rivayete göre eskiden iki kubbe arasına zincir gerilmiş olduğu için bu adı almış. Türbe, cami ve avludan meydana gelen medresenin en dikkat çeken yerleri de kubbeleri. Alışık olduğumuzun aksine dilimlerden oluşuyor bu kubbeler. Bu dilimli kubbe tarzını Mardin’de birçok yapıda görmek mümkün.

ZİNCİRİYE MEDRESESİ

İslam’dan devam edip Ulu Cami’ye geçtik. Her şehrin mutlaka bir Ulu Cami’si olur. Bu cami de 12. yüzyılda yapılmış ve Artuklu mimarisinin temel özelliklerini yansıtıyormuş. Yıkılmış olan iki minarenin yerine dikilmiş olan minaresi de üzerindeki işlemeleri ile dikkat çekiyor. Alt tarafındaki kare süslemedeki motifler zaten şu an tasarımcıların Mardin yazı stilini oluşturmada ilham aldığı bir detay. Caminin planı dikdörtgen biçimde ve iç kısmı tamamen taştan ve kemerlerden oluşuyor.

ULU CAMİ

Ulu Cami’nin alt rafı çarşılarla çevrili. Revaklı Çarşı ve Kayseriye Bedesteni bunların en meşhuru. Bana soracak olursanız bu çarşıların çarşılığı kalmamış. Birkaç kasap, sabuncu, bakırcı, ayakkabıcı ve doncu bulunuyor. İlginç, el emeği bir şey göremedik doğrusu. Urfa’da hala çarşılarda esnaflar eski kültürü koruyacak bir şekilde yaşatıyor ortamı ama burada dükkanların büyük kısmı kapanmış.

MARDİN ÇARŞILARI

Mardin’in en güzel binası ise biraz tepede bulunuyor: Olgunlaşma Enstitüsü. Ana cadde üzerinden direkt merdivenle çıkılabiliyor ve muhteşem manzaraya sahip. Hemen yanında mükemmel işlemeli kapısıyla bir ilkokul da bulunuyor. Okuldan çıkan çocukları kıskanmadık değil bu güzel yapıda okudukları için. Olgunlaşma Enstitüsü’nde kadınların yaptığı el işlerini görme imkanı bulabilirsiniz.

OLGUNLAŞMA ENSTİTÜSÜ

Bir şehre gidip oranın ana müzesine gitmeden olmaz. Müzede tarih öncesi dönemlerden günümüze kadar Mardin çevresinde yaşamış uygarlıklara ait buluntular sergileniyordu. Müze binası ise 1895 yılında Antakya Patriği İgnatios Behnam Banni tarafından Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yaptırılmış. Ancak Kültür Bakanlığı Süryani Katolik Vakfı’ndan satın alarak müzeyi Zinciriye Medresesi’nden buraya taşımış. Müzenin sergi odalarından biri biraz trajikomikti. Sahte Eserler Salonu adındaki odada dolandırıcıların insanları arazilerinin bulunduğu bölgede tarihi eser bulunduğunu söyleyip para istedikleri imitasyon heykeller vardı. Müzede olayı kısaca şöyle anlatmışlar: “Aslında her şey basit bir senaryodan ibarettir. Dolandırıcılar köy köy gezerek define meraklısı kişileri tespit eder ve tarlalarına heykelleri gömerek bir harita hazırlarlar. Gömme izlerinin kaybolması için kış mevsiminin üzerinden geçmesini beklerler ve harekete geçerler.”

SAHTE ESERLER

Müzenin hemen yan tarafında Kültür Sokak denilen bir sokak bulunuyor. Renkli tabelalarla dünya şehirlerinin mesafelerinin gösterildiği direği görerek burayı kolayca bulabilirsiniz. Bu sokakta “cool” tasarım ürün dükkanları ve kafeler bulunuyor. Biz de Eylül’le Urfa’da her yerde karşımıza çıkan Mırra’yı, asıl yeri Mardin’de içmediğimizi fark edip Kültür Kafe’ye girip birer Mırra istedik. Bize önce kışın Mırra bulamayacağımızı söylediler, sonra dışarıdan birini arayıp Mırra ısmarladılar. Mırra özellikle Mardin ve Urfa civarında tüketile acı bir kahve çeşidi. Bu acılık kahvenin birkaç kez kaynatılmasından geliyor. Zaten “Mur” kelimesi de Arapça acı anlamına geliyormuş. Oradan çıktıktan sonra rastgele girdiğimiz bir kahveciden öğrendik ki günümüzde tıpkı Nescafe gibi hızlıca yapılan versiyonu. Aslında genel olarak cenazelerde yapıldığını, hazırlama sürecinde de birçok kez kaynatıp dinlendirdikten sonra bez ile kahvenin posasının ayrılması gerekliliğinden artık gerçeğini bulmamızın zor olduğunu söyledi adam. Aslında bu işlemi yapıp şişelerde saklıyorlarmış, daha sonra ısıtıp ikram ediyorlarmış. Ama dedi ki Urfa’da daha iyisini bulmamız daha olası. Mırra’nın en güzel yanı içerisindeki kakule aroması. Kakulenin ne olduğunu bilmeyenlere de o tadı anlatmanın en güzel yolu Mırra içermek diyebilirim. Mırra içen kişiye hatırlatmam gereken bir gelenekleri var, Mardin’de bu gelenek var mı bilmiyorum ama Urfa’da iki sefer yakalandık buna. Mırra içen kişi bardağını masaya bırakmamalı. Urfa’da iken Eylül bunu bilmiyordu ki bırakır bırakmaz çocuk yanımızda belirdi. Bardağı bırakan cezalardan ceza beğenmeliydi. Ya mırracı çocuğu evlendirecek, ya fincanı altın ile dolduracak ya da bahşiş bırakacaktı. E bizim de gücümüz bahşiş bırakmaya yetti.

KÜLTÜR SOKAK

Kültür Sokak’ın biraz üst kısmında Kırklar Kilisesi bulunuyor. Şunu söyleyim ki eğer size kimse girdiğiniz kiliseleri anlatmıyorsa kibarca rica edebilirsiniz. Çünkü Süryaniler genel olarak kültürlerini tanıtma çabası içindeler. Kırklar Kilisesi, Mor Behnam adıyla da biliniyormuş. Hıristiyanlığı benimsedikten sonra babaları tarafından öldürülen Mor Behnam ve kardeşi Saro kilise için aziz mertebesinde olduğu için verilmiş. Kırklar ismi de 40 Roma askerinin Kapadokya’da Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra imparatorun eliyle Sivas’ta öldürülmesi efsanesine dayanıyor. İçeride bu efsaneyi anlatan çok güzel resimler bulunuyordu. Maalesef fotoğraf çekmek yasak olduğu için çekemedim.

KIRKLAR KİLİSESİ

Şehir turunu tamamladığımıza göre yemek vakti gelmiş demektir. Şehrin en meşhur kebapçısı Rıdo’ya bu sefer. Vitrininde sıra sıra dizilmiş şişlerle zaten caddede yürüyenlerin dikkatini çekmeyi başarabiliyor burası. Bir acılı bir acısız şiş söyledik. Yanına da ayran. Ayran yayvan kasede getirildi ancak kaşığı normal kaşıktı geleneksel değil, pek hoşuma gitmedi. Kebabı ise güzeldi. Tıpkı Manisa Kebabı’nın köftelerine benziyordu tadı.


KEBAPÇI RIDO

Mardin’de son saatlerimiz olduğu için eve götüreceklerimiz almaya gittik. Tabii öncelikle İstanbul Pastanesi’ne gidip birer kutu çörek yaptırdık. Ardından doğruca sabuncuya. Mardin sabunları ile ünlü bir şehir. Ben de yabani bir fıstık olan Bıttım’dan yapılan sabundan aldım kendime. Kepeği ve saç dökülmesini önlüyormuş, saç diplerinde bakteri oluşumunu engelleyerek saçları güçlendiriyormuş. Bakalım, deneyip göreceğiz. Ayrıca yalnızca Mardin’de bulabileceğimiz badem sabunu bulunuyormuş. Bunun da cildi güzelleştirdiği söyleniyor.

MARDİN SABUNLARI

Badem şekeri ve kahve almak için de en iyi adres Artukbey. Tüm Türkiye’de çokça şubeye sahipler, aslında çoğu kişi buradaki ürünlere ulaşabilir. Mavi ve kahverengi badem şekeri, Süryani ve Dibek Kahvesi aldım ben. Girer girmez ikramlara boğuyorlar. Kendilerini şehrin en iyisi görüyorlar ve ekliyorlar “Kimse bizim kadar ikram etmez, ne yersen ye helaldir burada!”. Bunu duyup biraz daha tattım. O anda ikram ettikleri Dibek Kahvesi çok hoşuma gitti. İçerisinde menengiç, harnup tozu, salep, kakule, kakao ve orta ve çifte kavrulmuş kahve çekirdekleri bulunuyormuş. Yine Mardin’de de pek peynir bulamadım. Bir yerden keçi peyniri aldım, aşırı tuzluydu ve pek de bir özelliği yoktu açıkçası.

BADEM ŞEKERLERİ

Geldik gezimizin sonuna. Yolculuk İstanbul’a. Mardin Havalimanı şehrin Kızıltepe ilçesinde bulunuyor. Merkezden kendi arabamızla yaklaşık 20 dakika sürdü. Şehir içi otobüsle de yarım saate çıkıyor bu süre. Havalimanı Urfa ve Antep’inkine göre oldukça büyük. En enteresan yanı da bekleme alanındaki L koltuklar. Bu konforu hiçbir havalimanında görmedim doğrusu.

Yemekleri, mimarisi, kültürü ile çok farklı bir şehirdi Mardin. Gerçekten farklı bir ülkede gibi hissettirdi bana. Hıristiyanlık’ın bu kadar yaygın olduğunu, Süryaniler’in hala az nüfuslarına rağmen kültürlerini korumaya yaşatmaya çalıştığını bilmiyordum. Turistik cazibesini şehrin yapısına zarar vermeden, bu cazibeyi güncel sanatla da birleştiren bir kent burası. Geceleri kafelerde kitap, müzik, sinema etkinlikleri olan, köyünde pizzacısı, en ücra manastırında hala eğitim verilmeye çalışılan, çörekleri de bir o kadar lezzetli bir kent burası. Terörden korkmayın, Mardin’e gidin, farklılığın keyfini çıkarın!

HOŞÇAKALIN!

Commentaires


bottom of page