Sırbistan'da II.Gün
2. güne uyandığımızda hiç fark etmediğimiz bir şey oldu: Günlerden pazartesiydi ve müzeler kapalıydı. Bu yüzden Belgrad müzelerinde geçirmeyi planladığımız günü ertesi güne erteleyip ani bir kararla Sırbistan’ın kuzeydeki şehri Novi Sad’a geçmeye karar verdik.
Novi Sad’a gitmek için en pratik yol Tren Garı’nın hemen yanındaki Otobüs Terminali’nden otobüse binmek. Sırbistan’da ulaşım gayet gelişmiş. Sık sık şehirler arası otobüs var. Önceden yer ayırmaya pek gerek yok. Novi Sad’a gidiş bileti 710 Dinar. Biletler gişeden alınıyor. Ardından elinize bir de jeton veriliyor. O jetonla peron alanına geçilebiliyor. Yani öyle otobüsün kapılarına kadar uğurlama yapılamıyor.
Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğumuz sonrası Novi Sad’a vardık. Novi Sad Otogarı şehir merkezine biraz uzakta. Yürüyerek yaklaşık yarım saat sürüyor. O sebeple hemen şehre giden bir otobüse atladık. Otobüsler oldukça eski. Otobüse binince 0.35 Dinar verip şoförden bilet alınıyor. Bilet elle çalışan bir makinanın kolu çekilince kesiliyor.
Novi Sad’ın en önemli kilisesinin upuzun kulesini görünce hemen atladık otobüsten. Mary’nin Adı Kilisesi ya da kısaca Katolik Kilisesi’nin en büyük özelliği 76 metrelik saat kulesi. 1895 yılında inşa edilmiş olan kilise çatısı ve özellikle kulesindeki renkli mozaikleri ile göz kamaştırıyor.
Kilisenin bulunduğu Trg Slobade meydan sadece yayalara açık ve uzun caddelerle birleşiyor. Burada şehrin en eski otellerinden Hotel Vojvodina bulunmakta. Şanslıyız ki Novi Sad Aşk Festivali’ne denk gelmişiz. O yüzden kilisenin önündeki meydanda birçok stand bizi bekliyordu. Yine etçiler, Chimney Cake yapan teyzeler, ayva şekercisi (babaannem yapardı, aynı lezzetteydi) ve bir türlü alamadığımız Strudel satıcıları. Strudel, aslında Avusturya’ya özgü elmalı bir tatlı. Sırp versiyonu, Strudel ise biraz farklı. Keke de benzeyen bu tatlı kat kat basık bir rulo şekli verilmiş ince hamurlardan oluşuyor. Bu katların arasında genellikle haşhaş konuyor. Aynı zamanda kayısılı ve kırmızı meyve marmelatlısı da vardı. Ancak kilo ile satıldığı için ve en az yarım kiloluk parçalara bölünebildiği için bir türlü alamadık. Sevmeyeceğimiz belliydi ki iyi ki alamamışız. Kosova’nın Mitroviçe şehrinde denk gelip aldığımda hiç sevmemiştik.
Biz de hakkımızı Chimney Cake’ten yana kullandık. Chimney Cake de Macaristan, Romanya, Avusturya gibi ülkelerde meşhur olan bir tatlıymış. Mayalı bir hamur hazırlanıyor. Kadın önce uzun ince bir hamur parçasını biraz açıyor, ardından silindir şeklindeki aletine bu hamuru döndürerek sarıyor. Sonra aleti de biraz oklava gibi bastırarak parçaların birleşmesini sağlıyor; biraz da şekere buluyor. En son da fırına atıyor. 5 dakika sonra hazır! Dışına ya tarçınlı şeker, ya fındıklı şeker ya da renkli süslü şekerler. Tercih edilen şekerden biraz da içine atıp döndürüyor. İçi boş rulo şeklindeki Chimney Cake hazır. Tadı hafif ekşimsi bir hamur. Ama dışı kıtır içi yumuşak. Sıcak sıcak yemesi çok zevkli. Ben Mısır’da yediğim Cinnamon Roll’e benzettim. O da ekşi kokmasına rağmen gayet lezzetliydi. 200 Dinar ödedik buna, Belgrad’da 250 idi, ucuzluk NCA’dan kaçmaz!
Tabi bunlar bizi kesmez. Sırbistan’a gelmişiz, Pekara’ya gitmeden olmaz. Pekara, burada “fırın” demek. Tıpkı bizdeki gibi simitler, börekler, poğaçalar… Yine Rus alfabesi ile olduğu için yazılışını veremeyeceğim ama okunuşu Pekara Antik. Alley Cafe’nin hemen yanında bulunuyor. Burada bizim kol böreklerine “pita” deniyor. Biz de peynirlisinden (Pita Sir) aldık. Yanına bir de haşhaşlı kat kat bir poğaça(Pogaçtsa Çvartsi) aldık. Haşhaşlı olan çok kuru; börek ise oldukça yağlıydı. Çok mükemmel diyemem ama fena değildi.
Karnımız iyice doyunca ana cadde Zmaj Jovina’ya çıktık. Sezonun sakin olduğu oldukça belliydi. Kafelerde kimse yok, sadece yerel halk geziniyordu. Caddenin sonunda St. George Ortodoks Kilisesi karşıladı bizi. Barok stili ile 1734 yılında yapılmış bu beyaz kilise koyu yeşil çatılı saat kulesi dikkat çekiyor. Kilisenin bahçesinde bulunan taştan haç ise Novi Sad’ın korunabilmiş en eski kültür varlığı imiş, 18. yüzyıla aitmiş.
Novi Sad’dan da Tuna Nehri geçiyor ve aslında geçmişte farklı bir kasaba olan, şu an şehirle bütünleşmiş Petrovaradin’e Tuna’nın üzerindeki bir köprü ile bağlanılıyor. Petrovaradin 1526 yılında Osmanlılar tarafından kuşatılmış ve fethedilmiş. Yaklaşık 160 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Petrovaradin, daha sonra Avusturyalılar tarafından ele geçirilmiş. Osmanlı zaman zaman kaleyi alma girişimlerinde bulunmuş ancak başarısız olmuş. 1716 yılında ise kaleyi geri alma savaşlarından birinde, Damat Ali Paşa Petrovaradin Muharebesi’nde şehit olmuş.
Kale, öyle diğer şehirlerdeki gibi aşırı yükseklerde bulunmuyor. Yaklaşık 5 dakikalık hafif eğimli bir tırmanışla varılabiliyor. Petrovaradin’de yaşamın olduğu bölge ise çok tatlı. Kısa ve renkli binalara, ana caddedeki hoş kafe ve fırınlarda vakit geçirilebilir. “Multi Tarte” adındaki mekanda çok hoş mini pasta ve kurabiyeler var, ben yemedim ama içimde kaldı diyebilirim. Sağlıklı beslenme endişeniz yoksa mutlaka uğramalı.
Kaleye hafif tırmanış sonrası öncelikle kalenin surları karşıladı bizi. Ardından taş bir kapıdan geçtik ve kalenin bulunduğu düzlüğe varmıştık. Aslında kale şu an aktif bir şekilde otel olarak kullanılıyor. O sebeple kaleye çıkınca muzzam bir manzara dışında yapacak pek bir şey yok. Tuna Nehri, Novi Sad ve Petrovaradin’in en güzel görüntüleri buradan elde edilebilir. Kalenin bir tarafında saat kulesi bulunuyor. Tuna Nehri’ne nazır bulunan bu saate “Sarhoş Saat” deniyormuş. Çünkü saat hava soğudunda yavaşlıyor sıcaklaştığında da hızlanıyormuş. Büyük bir şekilde yapılmasının sebebi de Tuna Nehri’nden geçen denizcilere saati bildirmekmiş.
Petrovaradin’den tekrar Novi Sad’a geçtik. Doğruca Sinagog’a.Novi Sad Sinagogu, Lipot Baumhorn’ın tarafından tasarlanıp 1906-1909 yıllarında yaptırılmış. Budapeşteli mimer Lipot Baumhorn, Avrupa’da yirmiden fazla sinagogun planını yapmış. Bölgedeki Yahudiler’in tek merkezi olan sinagogun yanında okul kısımları da bulunuyor. Buranın kökenleri 1800’lü yılların başına dayanıyormuş.
Sinagog’un olduğu caddede şehir merkezinden uzaklaşırken şekilde gidince birden çarşının içinde bulduk kendimizi. Telefoncular, kıyafetçiler ve pekaralar… Adıyla dikatimi çeken Pekara Zeki’ye geçtik. Açıkçası o kadar çok Pekara var ki hangisi daha iyi bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse de bizim hamur işleri kadar da güzel değiller. Burada adını çok duyduğumuz Proja’dan aldık. Proja, mısır unundan yapılan bir hamur işi ve kıtlık zamanlarında bu tüketiliyormuş eskiden. Proja’nın daha iyisi restoranlarda yenilebilir, tabi biraz daha pahalı olacaktır.
Pekara Zeki’nin karşısında şehrin pazarı bulunuyor. Benim gibi pazar severlere mutlaka öneririm. “Aman işte sebze, meyve!” demeyin, çok şey değişik olabiliyor. Örneğin burada karnabahar ve lahanaların boyu oldukça küçüktü. Lahana turşuları da küçük lahana toplarından bütün şekilde yapılmıştı. Havuçlar da genelde havuçla aynı şekilde olan ama dokusu kerevize benzeyen bir bitki ile satılıyordu. Araştırmalarım sonucu bu Fransızcası “Raifort” olan, Türkçe’de yaban turbu ya da bayır turbu olarak adlandırılan bir sebzeymiş. Bundan rendeleyerek elde ettikleri sosu küçük kavanozlarda satıyorlardı. Hala neden almadığımı soruyorum kendi kendime…
Havayı iyice karartmadan Belgrad’a dönme kararı aldık. Açıkçası en sakin sezonda olduğumuz için hiçbir mekandan istediğimiz lezzeti alamayacağımızı düşünerek akşam yemeğimizi burada yememe kararı aldık. Aslında Sırbistan’da “Salaš”adında geleneksel çiftlik şeklinde müzik eşliğinde yemek yenilen mekanlar varmış. Genelde yol üzerindeler ve tabii ki sıcak sezonlarda daha aktif olarak çalışıyorlarmış.
Doğruca otogara. Enteresan bir şekilde dönüş otobüsü 610 Dinar, 100 Dinar daha ucuz. Ama bunun da bir bedeli var. Otobandan gitmiyor, köylere kasabalara tek tek uğruyor. Bence daha eğlenceli, diğer yerleşimleri de görme şansı oluyor.
Novi Sad’dan döner dönmez ilk gün gözümü kestirdiğim “Zavijac” isimli geleneksel yemekleri yapan restorana geçtik. Burası Belgrad’da yemek yediğimiz en iyi yer, herkese öneriyorum. Fiyatlar birçok yere göre daha uygun ve yemekler usulünce yapılıyor. Öncelikle Shopska salatamız geldi. Shopska aslında çok basit bir salata. Domates, salatalık, soğan, yağ (genelde ayçiçek yağı kullanıyorlar) ve üzerine de rendelenmiş peynir. Bu peynir ne bilmiyorum ama klasik salatayı o kadar güzel yapıyor ki. Ve sanırım her yerde bu peynir değişiklik gösterebiliyor. Aslında bu salata Balkan ülkelerinin kavgalı olduğu bir salata imiş. Özellikle Bulgarlar salatanın kendi icatları olduğunu iddia ediyorlarmış. Ama bazı kaynaklara göre aradaki fark Sırplar’ın peyniri rendeleyerek alttakileri saklıyor olmaları imiş. Shopska kelimesi de Shopi’den geliyormuş. Bu kelime şu an Kosova’nın bir parçası olan Prizren’de Shar Dağları’nda yaşayan sığır yetiştiricilerine verilen admış.
Mükemmel salatımızın ardından mükemmel bir yemek “Domuzlu Kuru Fasulye” geldi. Gürcistan’ın fasulye yemeği Lobio’dan sonra hayatımda yediğim en güzel 2. fasulye yemeğiydi. İçerisindeki domuz eti parçaları ve yağları fasulyeye çok ayrı bir aroma katmıştı. Aşırı sulu değildi, hafif yoğunlaşmış suyu ve yumuşak fasulyeleri ile tam bir bombaydı. Tekrar tekrar yemek isterim.
Ana yemeğimiz olan Karađorđeva ise biraz enteresan ve masamıza eğlence katan bir yemek oldu. 1956 yılında şef Milovan Stojanović, “Golf” Restaurant’taçalışırken Chicken Kiev siparişi gelince eksik malzeme olması sebebiyle bu yemeği icat etmiş bulunmuş. Aslında içi kaymaklı pane olarak tanımlanabilir. Genel olarak domuz kullanılmakla birlikte, et silindir şeklinde sarılıyor. İçteki boşluğa kaymak yerleştiriliyor. Sonra un, galeta ve yumurtaya bandırılıp kızartılıyor. Yanında tartar sosla servis ediliyor. Tabii yemeği görüp heyecanlanmamak lazım, yoksa keserken tıpkı bizde olduğu gibi kaymak fışkırabilir. Kaymak sıcağın etkisiyle tamamen sıvı bir kıvamda. Oldukça yavaş kesmekta fayda var. Yemek şov ve fikir olarak eğlenceli ancak lezzet olarak mükemmel değil. Burada zaten etler hep kaymakla yeniyor. Eti panelemek bence eti öldürüyor. O yüzden tercih etmem.
Comments